Bodrum'da Ev
Almadıysanız, tavsiye ederim, alın. İki milyon dolara kadar güzel bir ev alabilirsiniz. Daha pahalısına ben karışmıyorum. İster bir odalı, ister on odalı bir ev alın; ister iki milyon dolar ödeyin, ister iki bin dolar ödeyin; bu evi bir şekilde kullanıma hazır vaziyete getirmeniz lazım. Tabii benim gibi bahçeye bir çadır kurup, kış için içine bir uyku tulumu serip, yıkanma işini bahçede hortumla halledip, eve de sadece ayak yolu için girerseniz, bütün masrafınızı TL 1500,- içinde halledebilirsiniz. Bir de WC de kullandığınız suyun parasını ödersiniz. Bu durumda zaten ev almanıza lüzum yoktur; gidin çadırınızı dağ başında kurun. Milyonerlere komşu olmuş olursunuz. Bodrum'da ne kadar çok dağlara doğru yükselirseniz, evler de bir o kadar daha pahalılaşır. Bu durumda Ağrı Dağının tepesinde 5000 metredeki evler çok pahalıdırlar herhalde. Allahın dağındaki ev niye pahalı olur diye düşünüp dururum. Bodrum'da bu dağlara çıkma merakını kendime göre şöyle çözdüm:
- Küçüklükten gelme alışkanlık icabı yaylaya çıkıyorlar,
- Tepelerde arazi müsait olduğu için çocukluklarını hatırlayıp bahçelerine bostan yapıp, korkuluk dikiyorlar,
- Dini inançları nedeniyle vatandaşın arasından denize giremiyorlar, evdeki havuza talim ediyorlar. Bu durumda evin etrafını Dolmabahçe Sarayının duvarlarına benzer duvarlarla çeviriyorlar,
- Nudist oldukları için evdeki havuza takılıyorlar, personele sarkık sursuk vücutlardan bulantı geliyor,
- Sosyetik plajlara lüks ciplerinle inip hava atıyorlar,
- Zamanlarını teknelerinde geçiriyorlar, evde personel yaşıyor,
- Denize girmiyorlar,
- Tüm servetlerini bu eve harcayıp bitiriyorlar, ama herkes onların çok zengin olduğunu zannediyor,
Şimdilik bu kadar neden bulabildim. Sizin aklınıza da bir şeyler gelirse, bana bir haber edin lütfen.
Zaten bazı eksik akıllıların dediği gibi "Ah, ah; o zamanlar Bodrum'da yer almak lazımmış. Param da vardı. Tüm Bodrum Yarımadasını satın alabilirdim, hatta Bodrum Kalesini kat karşılığı olarak bile alabilirdim; ama ben gittim kendime bir Mercedes aldım. Aptal kafa, ne olacak işte" gibilerinden düşünüyorsanız, yanlışınız var demektir. Ben Bodrum'a ilk defa 1961 yılında gittim. Denizcilik Bankası o yıllarda yazları vapurla Karadeniz ve Akdeniz turları yapardı. Gemi etrafta ne kadar kıyı kasabası varsa yanaşmaya çalışırdı. Bu köylere karadan gitmek çok zor ve tehlikeliydi. Yollar daracık ve çok virajlıydı. Varmak saatler alırdı. O zamanlar Türkiye'de İstanbul'un ve İzmir'in dışında Liman bulunmadığı için gemi açıkta dururdu. Biz de elimizde kese kağıtlarında içindeki kumanyalar ile küçük balıkçı motorlarıyla baştan kara edip kıyıya çıkardık. Elimize verdikleri nevalenin nedeni o zamanlar buralara turist murist gelmediği için Mültimilyarder Kulüplerinin; "Basement" adlı Restaurantların; "Sunrise at Sunset Green and Blue Resort" isimli 8325 kişilik Tatil Köylerinin var olmamasıydı. Ege ve Akdeniz sahillerindeki sahil köyleri hep doğal limanlar içindedir. Mesela Marmaris. İçeri bir kere girdiniz mi nereden çıkabileceğinizi kestiremezsiniz. Göl gibidir. Ama gelelim Karadeniz'e. Aslan Karadenizliler açık denizle savaşmayı çok sevdiklerinden gemiden kıyıya kıçtan takma Seagull marka motorlu sandallarla çıkardık, içimiz de dışımıza çıkardı. Bodrum'da Ege'nin yumuşak karakterine uygun olarak sandallarla sakin sakin baştan kara edip, bugünkü Marina'nın bulunduğu yerde karaya çıktık.
Ortada daha Marina filan yoktu, elli milyon dolarlık yatlar da yoktu. İskele bile yoktu. Hermes, Gucci, Louis Vitton, Prada filan gibi markaların çoğu daha keşfedilmemiş oldukları için kıyıdaki üç beş dükkânda sadece deniz kabukları, sünger, deniz kabuklarından yapılmış kolyeler gibi incik boncuk satılıyordu. Ne alırsan iki buçuk lira. Kimse sizi kolunuzdan tutup kendi dükkanına çekmediği gibi, geminin Süvarisi de hanut almıyordu. Bu süvari lafını biz Türkler icat etmişiz anlaşılan. Başka her dilde bu adama Kaptan denir. Biz gemi denen aleti ilk olarak Orta Asya'nın çöllerinden gelip denizle muhatap olunca görmüşüz besbellim. Zeki göçebeler olarak da bunu yüzen bir ata benzetip, binicisine de doğal olarak Süvari demişiz. Bu arada bizim hanımların sandaldan kıyıya atlamaları Cüneyt Arkın'ın filmlerinden bile daha komik manzaralar ortaya çıkarıyordu. O zamanlar zayıflık modası daha icat edilmemiş olduğundan kadının tombulu makbul sayılıyordu. Bu canım tombişler sandaldan zar zor sahile atlayınca, ellerinde kumanya çıkınlarıyla şaşkın şaşkın etrafa bakmaya başlıyorlardı. Dükkanların arkasında üç-beş ev filan vardı. O zamanlar burada Mandalinanın ne menem bir şey olduğu bilinmediğinden civarda Mandalina ağaçları da yoktu. Halikarnas Balıkçısı ise balığa çıkmış olduğundan etrafta gözükmüyordu. Bizleri cip gibi bir aletlere bindirip Halikarnas'a götürdüler. Kıyıda çardak altında çay-kahve bulunan bir yer vardı. Oradan çay alıp, kuma bağdaş kurup nevaleleri yedikti. Sonra biz yerli turistleri amfi-tiyatroya götürüp oradan da gemiye sepetledilerdi. O zamanlar yerli turist olmak böyle bir şey idi. Zaten yabancı turist diye de birileri yoktu. Uzun lafın kısası o günlerde Bodrum'un bugünkü gibi olacağını Nostradamus bile kestiremezdi. Kalbiniz ferah olsun, o zamanlar Bodrum'da arsa almadığınız için hiç üzülmeyin. Zaten hakiki Bodrum'lular da son on beş yılda başlarına geleni hala anlayamamış olduklarından bu durumdan sersemlemiş bir vaziyette İstanbul'a göç etmekteler. O zamanlar daha havuz icat edilmemiş olduğu için evlerde havuz yoktu. TV yoktu. Beyaz eşya yoktu. Lüks cip yoktu. Tel dolap vardı. Gaz ocağı vardı. Lüks lambası vardı. At arabası vardı. Ama kimsenin de zenginliğini göstereceğim diye ıstıraplara girip psikologluk olduğu yoktu. Zaten psikolog da yoktu. Ahhh, nerede o eski domatesler.
Neyse, aradan geçen bu kadar yıldan sonra Bodrum'a medeniyet gelmiş diyorlar. Şimdi her şey varmış. Ölen dul annelerinin yazlarını geçirdiği evi çocuklarından satın aldınız. Tapuya gittiniz; parayı verdiniz ve evi hanımınızın üstüne yaptınız. Yılların eşinize artık o kadar kıyak geçeceksiniz. Bu yılların sayısının önemi yoktur, çünkü hepsi birbirinin aynısıdır. Her yılınız muntazam bir şekilde devamlı fırça yiyerek geçer. "Eh, evi aldık, gidip bir bakalım"" dersiniz. Ver elini ev. Bodrum'daki tapu dairesinden eve gitmek aldı mı bir saat. Evinizin olduğu sitenin kapısına gelirsiniz. Kapıdaki Siirtli güvenlik görevlisi giysili arkadaşa "orada evinizin olduğunu ve kendi evinize geldiğinizi" anlatmak da alır mı yarım saatinizi. Evinizin kapısına varırsınız. Eh, hayırlı olsun, güle güle oturursunuz inşallah. Anahtarı sokarsınız kilide. Bir sağ, bir sol; aşağı, yukarı;
ı-ıh olmuyor. Hemen eşinize seslenirsiniz "Nurgülcan, bu kapı açılmıyor ya." Erkekliğe yediremeyip kapıyı zorlayıp çerçevesinden çıkarırsınız. İçeriye adım atarsınız. Tansiyon yükselmekte ve kendinizi orta sertlikte bir fırçayı yemeye hazır etmeye başlarsınız. Şimdi neler yapılacaktır. Eşiniz TV, beyaz eşya, muhtelif ev ve bahçe mobilyası, yatak, dolap, temizlik malzemesi, havluluk vs. gibi banyo malzemesi alacak, paslanmış armatürleri değiştirecek ve evi boya badana yaptıracaktır. Size bu durumu heyecan ve mutlulukla bildirir. Fırça yemeyi beklerken başlarsınız fırça atmaya. "Bunlar için bana bir ev parası daha mı verdireceksin be kadın. Spot satış yapan ikinci el dükkanından bir buzdolabı, iki yatak, bir ocak, bir masa, iki sandalye neyimize yetmiyor ya. Bir de HD olmayan tüplü kullanılmış bir TV alırız; ben keyifle maçları izlerim işte." Ohh, allah mesut etsin, allah tamamına erdirsin. Başlarsınız Arçelik, Vestel, Tefal, Teknosa, Koçtaş, Migros, Carrefour, IKEA, Boyacı, Tesisatçı, Elektrikçi, Yatakçı, Perdeci, Yorgancı, Tenteci, Bileyci, Kalaycı, ne varsa gezmeye. Epey bir canınız çıkar. Her şeyi alırsınız. Şimdi artık bu malların gelip monte edilmesini beklersiniz. Bu kişiler size gelecekleri günü ve saati kesin olarak bildirirler. Eşiniz günü gelince oturup gelmelerini bekler. Hatta güvenlik görevlisinin eşini de evde yardımcı olması için ayarlar. Sonuçta sevgili zevceniz güvenlik görevlisinin eşiyle evde iki hafta süreyle oturup, gün boyu çay-kahve içer, sohbet eder ve Bodrum'da tatilde olan elitlerin dedikodularını yapar. Keyifler gıcırdır. Uzatmayalım; yaz biter, ev bitmez. Armatürler takılmamış, elektrik tesisatı yapılmamış, su bağlanmamış, vs. vs dir. Kışlık eve gitmeden önce bir komisyoncu bulur ve evi satılığa çıkarırısınız. Sonuç mu? Evi aldığınız fiyatın %20 ucuzuna satarsınız. Eşinizden boşanmak istemediğinizden aradaki farkı ona çaktırmadan babanızdan alıp evliliğinizi kurtarırsınız.
Güle güle oturun.
AŞAĞIDAKİ FOTOĞRAFLARA BAKMAYI UNUTMAYIN
TARİH 1961 EYLÜL
Üst İki Fotoğraf EFES HARABELERİ-Kazılar Başlamamış
Ortadaki Velet Ahmet-11 Yaşında
Turist Beyler Kravatlı, Şapkalı ve Kasketli
En Alttaki Fotoğraf-FETHİYE
EFES HARABELERİ - Kazılar Başlamamış
EFES HARABELERİ - Kazılar Başlamamış
Ortadaki Velet Ahmet - 11 Yaşında
Ortadaki Velet Ahmet - 11 Yaşında
Ortadaki Velet Ahmet - 11 Yaşında
Fethiye