İskandinavya
Copenhag ne de olsa nostalji. Bir zamanlar orada kupa kaldırmıştık. O sefer İngiliz Hooliganlar bize popolarını gösterirler diye dolaşamamıştık pek. Bu sefer uçaktan otele inince, dünyalar tatlısı rehberimiz İlknur (İko) “Haydi artık serbestsiniz” dedi. On üç kişilik grubumuz bir anda ikiye indi. İpek ve ben. Biraz sonra da grup bire indi. Bendeniz. Bunun matematiksel bir açıklaması yok. Sadece alış-verişsel bir durum. Bana demişlerdi ki “Sen o zaman pek fark edemedin, Dan kızları nefistir, hele esmer erkeğe bayılırlar”. Eh, ben de gözüme spor gözlüğümü takıp şehrin en işlek caddesinde elimde Colam ile bir banka oturup beklemeye başladım. Hiç kimse gelmedi yanıma, gelmediği gibi aynalı gözlüğümle çaktırmadan izlediğim kızlar bana bakmadılar bile. Böylece bana yalan söylenmiş olduğunu anladım. Dan kızları hiç de güzel müzel değillermiş.
Ertesi gün sabah saat dokuzda tekerlek döndü ve maceramız başladı. Bu gezi İlknur’a göre bir dinlenme gezisiydi. Hakikaten de sabahları en erken uyandırıldığımız saat 06:45 di. Hele Bhutan, Nepal, Tibet gezisinden sonra bu sefer-i hümayun bize biraz fazla rahat geldi ve İlknur’a yalvarmaya başladık “Bize lütfen eziyet et” diye. O günden aklımda tek kalan şey içi boş kiliseler oldu. Adamlar artık Allaha inanmaktan vazgeçmiş oldukları için kiliselerde sadece Müslüman temizlikçi kadınlar vardı. Zaten millet kiliseye gelsin diye artık temalı kilise yapmaya başlamışlar. Bir tanesini dışarıdan tam bir org biçiminde yapmışlar. Bu müzik aletine niye “organ” denildiğini de pek anlamamışımdır; kendileri Notredam’ın kamburu gibi bir alet. Pek organa benzemiyor da. Neyse, kilisenin içi ise Neogotik tarzında, Damlataş Mağarasına benziyor. Allah bilir papazı da Tarzan filandır. Enteresan adamlar. Bilginiz var mı bilmiyorum, ama bu şehirde çok uzun yıllardır Christiana denen bir bölge vardır. Burada aklınıza gelebilecek her türlüsünden marjinal insanlar yaşarlar. Arada bir gelen şikayetlerden dolayı polis burayı kapatmaya kalkar. Ama bu durumlarda dünyada ne kadar Ulusalcı, Milliyetçi, Devletçi, Dinci, Yobaz, Faşist, Militarist vs. varsa ayaklanırlar ve insanların yaşama hakkını nasıl kısıtlarsınız diye bağırmaya başlarlar. Ve bu konu da her ne hikmetse dünya basınına ciddi bir şekilde yansır. İpekle beraber içeri girelim dedik. Kapıda arama yapıyorlar ve üzerinde ot çıkmayanları kibarca geri çeviriyorlar. Artık biz girebildik mi, yoksa giremedik mi”sizin düşünce gücünüze kalmış.
Şehirde epey yeni yapılanma olmuş. Eski binaları restore edip yeni amaçlarla kullanmaya başlamışlar. Mesela bir müzeyi antrepo yapmışlar; eski Tuzhaneyi Güzel Sanatlar Akademisi ne dönüştürmüşler. Bir sürü de günümüz mimarisini yansıtan enfes binalar yapmışlar. Bunlardan bir tanesi de eski şehir kütüphanesine ek olarak yaptıkları siyah camdan bir bina. Adı da Black Diamond. Bizler alış-verişteyken İko hemen dalmış kütüphaneye ve bize anlatması gereken bilgileri ihtiva eden kitaplar bulmuş. Ama kitaplar Danca olduğu için bize pek bir şeyler anlatamayacağını söyledi. Ancak tevatür o dur ki; Black Diamond adına kanıp içerde ucuza pırlanta satıyorlar diye oraya dalmış.
Sonra bir de Amerikan usulü bir yer şey yaptık. “Out of Africa” filminin konusu olan kadının yaşadığı evi gezdik; 1930 lardan kalma mobilyalara bakıp “Ooo, Gee, How Wonderful!” dedik. Derken Kraliçenin o sırada kalmakta olduğu yazlık saraya gittik. Kapıdaki otantik üniformalı ve put gibi duran nöbetçiler bir gırgır ki, sormayın. Ne sorsanız cevap veriyorlar. Hele su, kola vs. verdiniz mi size Kraliçe hakkındaki dedikoduları bile anlatıyorlar. Belki bilmiyorsunuzdur; Veliaht Prens Danimarka Yelken Takımında yarışıyor. Bu Tayyip Erdoğan’ın oğlunun Türk Güreş Milli Takımında güreşmesi gibi bir şey. Yarışmalara katıldığı Sidney Olimpiyatları sırasında Avustralyalı bir kızla tanışıyor ve evleniyorlar. Kızın şansızlığına bakın yahu. Avustralya’da özgürce koşup oynamak varken, hapise atmışlar gibi saraya tıkılıyor. Zaten kızın Aborgin olduğu hakkında rivayetler de var.
Bu Danlar geyiği yetti gayrim. Akşamın birinde koca bir Ferry’e bindik ve sabah Oslo Fiyordunu geçerek Oslo’ya demir attık. Tam Limanın ucuna yeni Opera Binasını inşa etmişler. Yeni mimari ya. Bu da temalı. Ucu denizin içinde Gemi tarzında bir bina. Yani simgesel, çağdaş, yalın, katmansız, ufuk açıcı bir yapı. Adamlar Allahtan umumi tuvalet inşa etmiyorlar. Allah bilir neye benzetirlerdi. Gemiye benzediğini grupta ilk keşfeden ben oldum. Yerel rehber bile bilmiyormuş bu durumu; beni hararetle tebrik etti. Sonra bir parka götürdüler. Arada bir de mezarlık geziyoruz. Bu iş Avrupa’da bayağı moda olmuş. Fani olduğumuzu mu anlatmak istiyorlar ne. Heykeltraşın birine bir alan vermişler; Hemşerim sen buraya hele bir park yapıver demişler. Adam da parka hemen bir Taverna, bir Teleferik, bir de Nikah Dairesi oturtmuş; ama Lunaparkla, Renault Bayiliğini unutmuş. Neyse, adamcağız yıllarca uğraşmış ve topu topu bin dört yüz adetçik heykel yapmış. Doğum, Gençlik, Yaşlılık ve Ölüm temalı. Biz İpekle Gençlik temalıları gezmeyi tercih ettik nedense. Gerçi hani ehemmiyeti yok, ama siz yine de adamın adını bilin: Vigeland. Oslo Belediyesi de durup dururken Kralın Heykeli yerine parkın içine adamcağızın bir heykelini dikmiş.
Oslo’dan Lillehammer’e (Küçük Çekiç) geçtik. 90’ lı yıllarda Kış Olimpiyatlarının yapıldığı bir yer. Neyse Olimpiyatlar mühim değil. Başka bir aklı evvel de oraya bir park kurmuş. Hem de 1880 lerde. Norveç’te otantik kalmış ne kadar eski yapı varsa oraya yığmış. Mesela Ortaçağdan bir kilise, 19. yy. dan bir okul. 17. yy. dan adamın birinin evi vs. Norveç tarihini gör orada. Allahtan adamlarda Bozacı, Şıracı, Dönerci vs. yokmuş. Yoksa Vikingin birini elinde Döner Bıçağı ile düşünebiliyor musunuz? Derken ver elini Gayranger Fiyordu. Acayip nefis bir yer. Allahtan bu Fiyordların iklimi ve denizi soğuk da çok turist uğramıyor buralara. Biz turistsiz kalırdık valla. Bu Fiyordlarda ufak Feryyler ile gezdik, trenlere bindik, indik. Ve neler oldu biliyor musunuz? Ferrynin birinde ortalığı temizleyen çocuk geldi “Nassın, ağabey” dedi. Trende, başka bir Türk gruba rastladık, gruplar arası tanışlar çıktı. Kaçamak yapacakların artık gidebilecekleri bir tek Grönland kaldı. Ama siz yine de dikkat edin, FEST turizm seneye oraya da gezi yapacakmış. Sonracığıma beş evlik bir köyde Konyalı Durmuş’un Kebapçısında WC’ye gittik; ve ver elini Bergen. O güne kadar kapalı, hafif yağışlı ve on dört derece civarında seyreden meteoroloji, güneşe ve yirmili derecelere geçti. Bergen nefis bir Balıkçı şehri. Kentin tepesine çıktık trenle. Veee İlknur orada bir rehber arkadaşıyla karşılaştı.
Oradan Stockholm’a geçtik. İlk defa İstanbulluların alıştığına benzer bir şehre varmış olduk. Ortada insan var. Ayak sağlığınız için Scholl var. İsveç Çeliği var. Ericsson var. Saab ve Volvo var. Ne ararsan var yani.
Haa, adamların bir de müzesi var, muhayyelenize zarar. Bunlar 17. yy.’ın başında bir savaş gemisi yapmışlar ve gemi suya iner inmez batmış. Yapanlar arasında acaba Karadenizliler de var mıydı diye aramızda epeyce tartıştık. Sonracığıma 1948 de mi ne; akıllarına gelmiş, bu gemiyi sudan çıkartıp karaya çekmişler ve bulunduğu yerden kımıldatmadan üstüne bir bina yapmışlar; al sana bir müze. Yani bizim Yenikapı’da ortaya çıkan Bizans gemilerinin üstüne müzelik bina yapmamız gibi bir şey.
Sonra da döndük.
NOT: İskandinavya’ya giderseniz aklınızda olsun, sakın Cola filan içmeyin. Super markette en ucuzu tenekesi yedi dolar. Hele yemek filan yerseniz, yanında ayva da istemeyi unutmayın; hatta lüks bir lokantaysa aklınızdan Kazıklı Voyvoda’yı çıkartmayın.