tex

Kalça Protezi

Kalça Protezi

Kalça:
İtalyanca. calza: çizme, uzun çorap, külot.
Latince. calceus
Ahmet Vefik Paşa, Lugat-ı Osman’i (1876) den alınmıştır.
Protez:
Eksik olan vücut uzuvlarını taklit edecek şekilde yapılmış aygıtların genel adıdır.

Haydi bakalım buyurun cenaze namazına. Osmanlı İmparatorluğunun koskoca Ahmet Vefik Paşası kalçanın anlamını külot olarak belirtmişse, vay geldi başımıza. Yani ben şimdi artık taklit don aygıtı giyiyorum. Zaten ne demişler "Asılacaksan İngiliz ipiyle asıl” Atatürk de İtalyan Elçisinin karşısında çizmelerini giymiş ve "Calza' na dikkat et Sinyor" demişti.

Tabii Ahmet Vefik Paşa bunu İtalyan Tiyatro eserlerinden de uyarlamış olabilir. Biliyorsunuz kendisi Moliere'in 16 eserini Osmanlıca ‘ya uyarlamış, başka birçok yabancı eseri de Türkçe ‘ye tercüme etmiştir.

Örneğin İnfial-i Aşk adlı eserinden manzum bir bölüm alırsak nasıl uyarladığını da görebiliriz:

"Kulkul-i sürahi bülbül nağmesinden hoş gelir
Dilberin gül sinesinde şu sürahi hoş gelir
Cümle âlem reşk ederdi benim gibi İskendere
Durmasa her âlem akıtsa şişe eşkin hoş gelir
Her dem aksa memesinden şir-i bade hoş gelir
Çekmeyip südün alemadem pür akıtsa hoş gelir"

Bence burada "kebapla rakı içmekte olan bir bülbülü anlatıyor."

Neyse konumuz zaten bu değil.

Bendeniz yılların getirdiği travmalar sayesinde kalçayı bozmuşum. Bizim Kalça da olmuş size bir salça. Nedeni de Leğen Kemiği ile Uyluk Kemiği arasında çıkan sınır gerginliği. Yani sınırları zorlamamak lazım. Aralarında itişip kakışmaya başlamışlar.

Bu hadise önce ana karnında "Yeter be yahu, az biraz sus be kadın" diyerek ananızın karnını teklemenizle başlar. Sonra herifin biri kafanızdan çektiği gibi sizi hava almaya dışarıya çıkarır ve o anda hemşire hanım Calzanıza ilk şaplağı yapıştırır. Oldu mu ikinci travma. Bu travmalar hayat boyu devam edecek ve bir gün bir psikolog karşısında bu travmalar konusunda kendisine itiraflarda bulunup ağlayacaksınız. Neyse oraya daha çok zaman var. Daha sonra etrafı pisletmeyesiniz diye kıçınıza sıkı sıkı bir bez bağlarlar. Aha bir travma daha.

O sırada biri gelir kıçınıza bir iğne batırır. Neymiş aşı yapıyormuş. Sonra Yegâne Teyze sizi ziyarete gelir. “Ay canım benim, nasıl da annesine/babasına benziyor" diyerek kıçınıza bir şaplak yapıştırır. Bir gün kabız olursunuz. İlaç filan tesir etmez. Ver lavmanı. Derken yürümeye başlarsınız. Kıçınızın üstüne düşmekten canınız çıkar. "Anneciğim o tarafa gitme, bu tarafa gitme" diyen büyükler bu arada beyninizi de Kalçaya çevirirler. Bu arada sizi lazımlıklı sandalyeye oturturlar. Neymiş vakitten kazanacaklar. Hem yemek yiyeceksiniz hem de sıçacaksınız. Biraz büyünce ortalıkta yaramazlık yaptığınızı düşünen kim varsa kıçınıza birer şaplak atar. Bu böyle devam eder gider. Daha sonraları en aşağı on beş yıl boyunca tahta derslik sandalyelerinde oturursunuz. Üstüne bir de askerlik, doğum derken sizde Calza Malza kalmamıştır zaten.

Tabi bu arada spor da yaparsınız. Netice itibariyle hangi sporu yaparsanız yapın bacaklarınızı kullanmak zorundasınız. Sonra zayıflamak için her gün 10 000 adım atarsınız. Ama zayıflamak yerine gittikçe şişmanlarsınız. Bu da kalçanıza ekstra yük getirir. 100 metreden fazla yürüyemezsiniz. Geceleri sabahlara kadar ağrıdan inim inim inlersiniz. Gördüklerinize "Ah evladım ahh, bu romatizmalarım beni mahvediyor, hele hava lodos oldu mu çok kötü oluyor." dersiniz. Biri size varis çorabı önerir. Olursunuz bir haminne. Türk milleti her şeyin en iyisini bildiği için her kafadan bir ses çıkar. Size en doğru tavsiyeyi ise Beyoğlu’ndaki otopark kahyası Kürtçe olarak yapar. Bu da "Anlaşılamayan tavsiye en doğru tavsiyedir" düsturunun doğruluğunu ortaya koyar. Her türlü zırvalığı uygularsınız. Sonunda korka korka bir doktora gidersiniz. Doktordan niye korkulur anlayabilmiş değilim. Doktor sizden korksun. En büyük korkunuz ameliyat olmaktır. Ama ameliyattan da niye korktuğunuzu bilemezsiniz. Öleceğim diye korkuyorsanız, daha rahat bir ölüm yoktur. Sizi uyuturlar ve öldüğünüzü anlamazsınız. Ameliyattan sağ çıkarsanız, zaten ağrınızı hemen keserler. Bu arada akraba taallukat hastanedeki odanızı doldururlar. Herkes kendine göre dolma, börek, kuru köfte, işkembe çorbası, kokoreç, kuzu incik vs. yapıp getirmişlerdir. Bazıları çiçek getirir. O çiçekler hastane çiçek kreşine alınır, çünkü odaya çiçek sokulmaz. Bu arada kolonya ve çikolata da getirenler olur. Gelen misafirlere odanın sıcaklığında erimiş çikolata ikram edersiniz. Çikolatayı yiyen misafirlerin elleri kirlendiği için onların ellerine de hediye gelen kolonyalardan dökersiniz. Bu arada odanız randevu evi gibidir. Giren çıkan belli değildir. Eline bir alet alan odanıza dalar. Oranıza buranıza bir sürü şeyler batırıp dururlar. Arada bir çaycı uğrar, çay isteyen var mı diye. Sonra sabah saat altıda kahvaltı getirirler. Sanki saat dokuzda getirirlerse açlıktan öleceksiniz. Akşam da yine saat altıda akşam yemeği verilir. Sanki toplama kampındayız. Bendenizde stent var diye üstünde "kardiyak yemek" yazan bir tepsi gelir. Sanki yemek kalp krizi geçirecektir. Kardiyak yemek tavuk suyuna tuzsuz şehriye çorbası, tuzsuz patates püresi, tuzsuz ıspanak püresi ve tuzsuz kompostodan oluşur. Yanında bir de tuzsuz ekmek vardır. Hemen Yemeksepeti.com" a girip karşıdaki kebapçıdan bir buçuk İskender ısmarlarsınız. Özel istekler bölümüne de bahşiş dolgundur, çaktırmadan getirsin yazarsınız. Bir de doktorunuz sizi her gün ziyaret eder. Ama nedense o da sabah altıda gelir. Bir seferine kendisine dedim ki "Doktor Bey, gelirken kahvaltıyı da beraberinizde getirseniz de hastane kahvaltı masrafından kurtulsun." Bence bu tıp ve hastane uygulamasını Almanlar bulmuş ve Hitler de bu işi iyice geliştirmiştir. Herhalde Almanya ile ezelden beri gelen büyük dostluğumuza halel gelmesin diye biz bu uygulamaya hala devam etmekteyiz. Doktor bey yanında iki doçent, üç uzman, sekiz asistan, on talebeyle çıka gelir. "Nasılsınız bakalım bu sabah" der. "Ulan adam, daha karga b..kunu yemeden ne ararsın burada" diyecekken, gülümsemeye çalışarak "Allah sizden razı olsun doktor bey, elleriniz dert görmesin, buradan çıkayım ilk işim size bizim kümesten taze yumurta getirmek olacak." dersiniz. "Geceniz iyi geçti mi" diye sorar size doktor. "Efendim sayenizde çok iyi geçti. Saat başı buz koymaya geldiler. İki saatte bir tansiyon filan ölçtüler. Sabaha karşı kan aldılar. Üç saatte bir gelip bir sürü hap yutturdular. Saatte bir serumu değiştirdiler. Bol bol uyudum." Doktor "İyi, güzel güzel aferin size" der. Sanki LYS’ den en yüksek puanı ben aldım. Derken doktor arkasında el pençe divan duran otuz beş kişiye döner. "Bakın bu hastanın kalçası değişti" der. Onlar da "Haklısınız hocam" derler. Böylece kalça değiştirme ameliyatını da öğrenmiş olurlar. Doktor bu arada hemşireye sorar "Ahmet Bey bu sabah dışarı çıktı mı." Benim "Evet doktor bey, şöyle Boğaza kadar uzanıp bir kadeh rakı attım geldim" dememe zaman kalmadan hemşire "Evet hocam, ama az çıktı" der. Bu "Kendisi bu sabah az sıçtı" demektir. "Hımm peki, o zaman bugün kendisine organik kuru erikle organik kuru kayısı verin; beceremezse ilaveten sinameki çayı da verirsiniz" der ve çıkar gider. Aklınızda olsun. Evden çıkamadığınız durumlarda sinameki çayı için. Derken Uçakta gazete dağıtan hostesin tekerlekli tepsisi ile bir adam çıkagelir. "Gaste vereyim mi amca" diye sorar. "Ver bakalım bir Playboy" dersiniz. "Amca ondan kalmadı, istersen sana bir tane Hustler vereyim" derken İpek uyanır ve siz adamdan hemen bir "Hürriyet" istersiniz.

Bütün bunlar taklit organı taktırdıktan sonra olanlardır. Bir de bunun öncesi vardır.

Ağrıdan duramaz hale gelince hangi Doktor bu konuda iyidir diye soruşturmaya başlarsınız. Sanki sağ bekte iyi bir futbolcuya ihtiyacınız vardır. Sonunda bu işin en süperinden uzmanının Prof. Dr. Şifayettin Neşter olduğunu öğrenirsiniz. Açarsınız telefonu "Evet. Ne var?" der bir kadın sesi karşıdan. Mahcubiyetten kızarmış bir şekilde "Ben doktor beyden bir ran..." derken "En erken altı ay sonraya verebilirim" der ve sizin düşünmenize bile fırsat vermeden "Alıyor musunuz randevuyu?" der. Siz aptala dönmüş olduğunuz için "Bir düşüneyim" filan gibi bir laf ederken telefon çat diye suratınıza kapanır. Ne olacak? Torpil gücünüze göre doktoru tanıyan birini bulursunuz. Veya da bulamayıp, ilk gördüğünüz hastaneden içeri dalarsınız. Biliyorsunuz, insanlar eşittir; ama bazıları daha fazla eşittir.

O tanıdık size hemen ertesi güne randevu alır. Gidersiniz. Dünkü telefondaki cadı sizi yerlere kadar eğilerek karşılar. Hâl hatır sorar. Bu torpili nasıl yapabildiğinizi anlamak için arada çaktırmadan ufaktan ufaktan sorular sorar. Doktorun yanına girersiniz. Ortak arkadaştan selam söylersiniz. Biraz laflarsınız. Biliyorsunuz bizim kültür ve terbiyemize göre konuya öyle lap diye girilmez. Önce havadan sudan, sonra maçlardan filan bahsedilir. Sonra konuya gelinir. Siz daha derdinizi anlatmaya başlamadan doktor standart durumu bildiği için size bir-iki soru sorar; bacağınızı bir-iki kere büker ve "Seni Ameliyat edeceğiz" der. Dışarı çıkarsınız. Hemşire size ertesi hafta için Tatlı Fındık Hastanesinde ameliyat günü verir ve iki gün sonra da hastaneye giderek ön muayeneleri yapmanızı ister. Sigortanız varsa, "eyvallah" der çıkarsınız. Eğer sigortanız yoksa muhtemel masrafları öğrenmek istersiniz. Cevabı alınca da çıkıp gidemezsiniz. Orada düşüp bayılırsınız.

İki gün sonra hastaneye ön görüşmeye gidersiniz. Sizi hastane içinde dört döndürürler. Sonra anestezi uzmanına görünürsünüz. Sizde var olan hastalıkları sorar ve başlar kardiyolog, ürolog, gastroenterolog, psikolog vs. doktorlarınızı aramaya. Hepsinle bir güzel kavga ettikten sonra ameliyat günü sabahı saat 05:30 hastaneye avdetinizi rica eder. Ameliyat gün sabah saat 05:30 da hastaneye gidersiniz. Kapılar kapalıdır. Gece bekçisine sorarsınız. "Amca sen Acile git, oradan seni içeriye alırlar" der. Girer bir sandalyeye ilişirsiniz. Derken görevli daha uyanamamış bir halde gelir ve suratsızca sizin giriş işlemlerinizi yapar. Derken geceden kalma uykusuzluktan gözleri şişmiş, saçı başı darmadağınık, ayağında beyaz takunyalar bulunan, sakalı uzamış bıyıklı bir adamcağız önünüze düşer ve sizi odanıza götürür "Geçmiş olsun" der ve evine gider. Pantomim orada kopar. Bir anda TOMA lar üstünüze üşüşürler. Biri sizi soyar, biri oranızı buranızı tıraş eder, biri yelek giydirir, biri serum takar, biri bir sürü soru sorar. Siz zaten narkoz almıştan beter olursunuz. Adam o sıra sizi kesmeye başlasa ruhunuz bile duymayacaktır. Neyse sizi yatağa yatırırlar. Derken kravatlı biri gelir. Önce tanıyamazsınız. Sonra bir bakarsınız ki kendisi geçen günkü kepli kavgacı anestezisttir. "Nasılsınız, iyi misiniz, heyecanlı mısınız?" diye sorar. "Yok canım, hiç heyecanlı olur muyum, ben sadece Galatasaray- Fenerbahçe maçlarında heyecanlanırım" dersiniz. Halbuki bir gece önce rahatlamak için Tarlabaşı’ndan eve dönerken torbacıdan bir kilo ot alıp, evde onu bir güzel haşlayıp suyunu içmişsinizdir. Anestezist gider, Hoca gelir. "Nasılız bakalım bugün? Maşallah bomba gibiyiz. Birazdan sizi halledeceğiz" der. Sanki asılmaya gidiyoruz. İpeğe döner "Girdisi çıktısı falan ameliyat iki saat sürer; ben iki saat kadar sonra sizi bu odadan telefonla ararım" der ve gider. Derken bereli mereli bir herif peyda olur. Yanında da güzel bir hemşire. Bir düşünürler. Bana dönerler "İsterseniz sizi bu yatakla götürelim, zaten önce röntgen çekeceğiz" derler. Sanki benim "Hayır bu yatakla götürmeyin, yandaki odadaki yatak daha sağlam gözüküyor" demek gibi bir lüksüm vardır. Neyse Radyoloji Bölümüne vasıl olunur. Radyoda "Günaydın, Kemirbank Hayırlı Günler diler" denmektedir. Görükme makinesi bozuktur. On beş dakika kadar tamir edilmesini beklersiniz. Ben de bu arada sıkılmasın diye güzel hemşireyi oyalamaya çalışırım. Üstündeki solmuş mavi tuhaf kesimli önlükle ne kadar şık durduğunu söylerim. Kendisinden koparabildiğim tek söz odaya çıkınca ilk iğneyi kendisinin yapacağını söylemesi olur. Derken ameliyathanenin kapısına geliriz. Orada yazılı mazılı bir devir teslim yapılır. Sanki savaş esirlerini değiştiriyorlardır. Mavi kepli, TOMA gazına karşı ağzına maske takmış cinsiyetini pek tespit edemediğim biri "Şimdi size bir rahatlatıcı veriyorum, ağzınızda tatlı bir tat hissedebilirsiniz" der. Sanki bayram ziyaretine gitmişiz de çikolata ikram ediyorlar. Gerisini hatırlamıyorum. Birden uyandım. Adamın biri geldi. Bir şeyler soktu çıkardı. "Abicim, seni şimdi odana götüreceğim" dedi. Yolda da bu hatırlatmayı birkaç kez daha yaptı. Anladık bahşiş istiyor da sanki ben ameliyathaneye çek karnem yanımda girmişim. Odaya girdim. Bir ayılmışım ki sormayın. Başladım milletle sohbete. Derken anestezist geldi. "Ameliyat esnasında bizi duydunuz değil mi" dedi. "Aaaa aşkolsun, unuttunuz galiba, hatalı bir işlem yaptığında doktor beyi devamlı ikaz ediyordum" dedim. Adam bizi tam salak zannetti herhalde. "Ben size epidural yaptım. Total anestezi yapmadım. Sizi sadece hafif sedate edip biraz uyuttum" dedi. "Aferin bak ne iyi etmişsin" dedim içimden. Benim CALZA da sinekler uçuşuyor, adam ise beni orada olan biteni algılıyorum sanarmış. İşe bak be. Epidural kanama riskini azaltıyormuş. Bir de hemen uyanıyorsunuz ve total anestezinin o iki üç günlük sersemliğini yaşamıyorsunuz.

Tavsiye ederim. Güzel bir deneyim. Bir şeyiniz yoksa bile bir kere deneyin derim.

No video selected.