Klimanjaro
Siz yılbaşı gecesi saat 20:00 de yattınız mı hiç? Ben yattım. Ertuğrul da geceyi geçirmek için bizde kaldı. Saat 02:00 de uyandık ve sabah saat 05:00 deki Amsterdam uçağına yetiştik. Her zamanın iyi kalplisi ve benim her türlü kahrımı sessizce çeken sevgili zevcem İpek de yılbaşı gecesini Televizyonu öperek kutlamış. “Yılbaşı’nın sabahı saat 05:00 uçağı acaba nasıl olur?” diye çok merak ederdim. “Full” olurmuş. Biz sakin sakin kendi başımıza gideceğimizi ümit ederken, “Abey, biraz öteye yanaş da bize yer kalsın” diyenler ile doluydu.Tabi yine kaşınmıştık. Kar görmemiz gelmişti herhalde. Başka yerde kar yokmuş gibi adamcağız (E.Hemingway) Allahın dağının karlarını yazmış. Hollywood da atlamış konunun üzerine. Casablanca’ da olmayan kahve gibi, Klimanjaro’ da da olmayan karları film yapmış. Bizim sırtımızda dağ çantaları, üstümüzde dağ montları, ayağımızda dağ botları var. Amsterdam’a inince Hostes “Siz buradan başka bir yere gidiyorsunuz herhalde” deyince “Yok valla abla, Hollanda deniz seviyesinin altındaymış da, yukarı tırmanabilmek için böyle giyindik” dedim. Son derece normal karşıladı bu izahı.
Evet, hedef Klimanjaro. Ama önce Nairobi, Kenya’ya uçacağız. Sonrası, Allah kerim. Kenya Afrika’nın orta-doğusunda Hint Okyanusu tarafında bir ülke. Uzun yıllar İngilizlerin sömürgesi olmuş. İngilizler buralara gelip büyük çiftlikler kurup yerleşmişler. Kırk-elli sene önce bağımsızlıklarını kazanmışlar, ama siyasi olarak tam oturmuş bir ülke değil. Gitmeden, sarı humma, tetanos, menenjit, verem, prostat, kuduz, basur vs. gibi aşıları olduktan sonra doktora sordum “Bu aşılar alerji yapar mı?”. “Yok yapmazlar” dedi “Sadece rengin patlıcan moruna dönmeye başladı bile”. Bir de sıtma belası var. Almanya’dan bir ilaç getirttim. İçini bir okudum. “Haftada bir alın, bütün hafta halüsinasyon yaşayın” yazıyor. “Oh, kafa bularaktan dağa çık; sonra da etrafta Allah bilir neler görmeye başla”. “Yemez” dedim. “Peki ne yenecek o zaman” sorusu aklıma geldi. Bu tip tropikal hastalıkların uzmanı doktorlar varmış. Onlardan birine gittim. Bana bir antibiyotik verdi. “Gitmeden bir hafta önce günde bir tane almaya başla; döndükten sonra da iki ay devam et ve muhakkak her gün aynı saatte tok karnına al” dedi. Sizin anlayacağınız askerlik gibi bişi yani. Bi de “ ŞEY ” yok, “ AIDS var” dedi. Olduk mu papaz. Bu kadar antibiyotik sayesinde üç ay kadar bir zaman her türlü hastalığa yakalanmaktan kurtuldum.
Akşam saati başkent Nairobi’ye vardık. Nairobi ekvatorun hemen altında 1300 metre Yükseklikte bir şehir. Çok büyük değil. Şehirde hemen hemen hiçbir şey yok. Etrafı inanılmaz döküntülükte teneke mahalleleriyle dolu. Yüksekliğinden dolayı hava çok sıcak ve rutubetli değil. Isı da bütün yıl çok az farklılıklar gösteriyor. Bizi alıp eski Sirkeci otellerinden beter bir yere soktular. Üstüne bir de “Gece dışarıya çıkmayın tehlikelidir, sabah da kahvaltı burada” dediler. Odada bir yatak, sarımsı bir çarşaf; bizden önce sadece iki Afrikalı yatmış herhalde; yırtık bir cibinlik ve de yarı kokan bir banyo. Otel arama şansımız da yok; “Dışarıya çıkmayın” dediler ya. İdare ettik.
Ertesi gün Tanzanya’ya geçeceğiz. Arusha diye bir kente gideceğiz. Karadan beş saat filan sürüyor. Rehber bizi şehrin otogarına götürdü. Tavuklar, keçiler, maymunlar, her türlü yamyam vs. filan ile dolu bir minibüse tıktı. “Ertuğrul” dedim, “Bu işin sonu fena ya bu adamlar bizi yiyecekler ya da biz tavukları filan yiyeceğiz. Gel biz efendi efendi kendimize özel bir minibüs tutup, bu işi başarıyla tamamlayalım. Yola çıktık. Ertuğrul bermutat arabayı durdurup durdurup fotoğraf çekiyor. Neyse Tanzanya sınırına geldik. Tanzanya da Hint Okyanusuna kıyısı olan bir ülke. Meşhur Zanzibar buraya dahil, ama otonom bir bölge olarak. Buralara Hintliler ve Araplar ticaret için zamanında uzanmışlar ve dolayısı ile Müslüman bir toplulukta var. Bir bölümü İngilizlerin bir bölümü de Almanların sömürgesi olmuş zamanında. Tanzanya bizden vize istediği için vizelerimiz var zaten. Tanzanya bir gelişmekte, bir gelişmekte ki, sormayın. Türkler bu durumdan istifade edip gidip kaçak çalışmasınlar diye vize istiyorlarmış. Neyse sıraya girdik. Tabii Türk olduğumuz için işler efendice halledildi. Birer İstanbullu olarak bilumum sıralarda itişip kakışmayı onlardan çok daha iyi becerdiğimiz için sorunumuz olmadı. Sıraya girmeye uğraşan zavallı Avrupalılara biz iki hafta sonra dönerken anca sıra gelmişti. Oradan ver elini Arusha. Zaman akşam vakti. Girdik mi felaket berbat sokaklara. Pislik, çamur, köpekler, kediler, fareler, haşereler vs. Otele soktular. Tahtadan inanılmaz felaket bir yer. Ertuğrul Tur Organizatörü ya. Utancından “Ahmet Abi, istersen başka bir otele gidelim” gibi sözler ediyor bu ara. Baktım çarşaf biraz gri ve azımsı sarı; yani fazla kullanılmamış sadece bir Afrikalı yatmış, “Konuşma, yat aşağı” dedim. İçinde %15 Deet (ne demek olduğunu bilmiyorum) olan sinek kovucularımızı sıktık üstümüze başımıza ve yattık. Arusha ufak ve fakir bir kent; ülkenin doğusunda ve Klimanjaro’nun hemen yanında. Zaten bu civarlarda zenginlik pek söz konusu değil. Şehir dışında yaşayan yerli halk kendi kültür ve yaşam biçimlerini devam ettiriyorlar. Sabah hayatımızın kahvaltısını iki bina ötede, üstünde “Restaurant” a benzeyen bir şeyler yazan enfes bir yerde ettik. Etraf burada anlatılmaması gereken cinsinden. “Slumdog Millionaire” deki sahneler halt etmiş. Ama iki güler yüzlü ve tatlı zenci kız, bize nefis yumurtalı, omletli filan bir kahvaltı hazırladılar.
Derken rehber geldi bizi aldı ve ilk çıkacağımız dağ olan “Meru”ya (dört bin beş yüz metre) hareket ettik. İki günün travması ve yorgunluğu yanında bir de dört saatlik Afrika Asfaltında cip seyahatinden sonra yürüyüşe başlayacağımız yere geldik. Etrafa bir baktık ki, ilerde otlayan zürafalar, geyikler, keçiler, kuşlar; Allah ne verdiyse. Yanımıza bir de Tüfekçibaşı verdiler. Vahşi hayvan saldırısına uğrarsak bizi koruyacak. Adamın tüfeği Çar Deli Petro’nun Prut savaşında kullandığı markadan. Nerdeyse fitili ateşleyip, yanmasını bekleyip öyle ateş edecek. Konuşa konuşa, bir acele iki bin beş yüz metreye çıkıverdik. Yedik içtik yattık. Sabah bir kalktık ki tepemizde üç adet zürafa bize bakıyor. “Bu ne iş böyle Tüfekçibaşı” dedik. “Hiç” dedi “Sizi röntgenliyorlar besbellim”. Ve devam. Haldır huldur üç bin beş yüz metreye çıktık. Öğleden sonra Ertuğrul bilumum yerlerin fotoğraflarını çekmekle vakit geçirdi. Ben de salak salak etrafa bakınıp durdum. Sıra geldi geceki zirve çıkışına. Gece 24:00 de kalkıp bişiler tıkındıktan sonra başladık çıkmaya. Biz ikimiz, rehber ve Tüfekçibaşı. İki gün içinde kendimizi paldır küldür üç bin beş yüz metreye atmış olduğumuz için ben aklimatize olamamışım ve soluk alamıyorum; kandaki oksijen düşmüş % 30 a filan; Ertuğrul ise dört bin beş yüz metrelik zirve kaçıyor diye deparda. Yarı yolda dedim ki “Ben rehberi alıp geri dönüyorum, sen Tüfekçibaşınla devam et”. Şimdi vaziyet-i umumiye şöyle. Etraf zifiri karanlık. Afrika’nın bilmem neresindeyiz. Yanımda hiç tanımadığım bir zenci rehber. Yırtıcı hayvan tehlikesi de var. Ve ben bu şartlar altında yalnız geri dönüyorum. Arada bir otların arasında bişiler çıtırdıyor “Tamam timsah geldi” diyorum kendi kendime. Sonra aşağıya varınca “Dört bin metrede su olmayan bir yerde timsahın olmaması gerektiği” aklıma geliverdi. Gittim yattım. Sabah Ertuğrul çıka geldi. Ben de o sırada İsrailli genç bir grupla sohbeti ilerlettim. “Nasıl geldiniz?” dedim. “Ucuz olsun diye Etiyopya Havayolları ile geldik” dediler. Adamlar ucuzluk uğruna canlarını feda etmekten çekinmiyorlar. “Eee, uçuş nasıldı?” dedim. “Valla devamlı inip inip çıktık, ama bir de yemek verdiler” dediler.
O gün geri döndük ve doğru dürüst bir otel istedik. Oldukça iyi bir otele yerleştik. Dinlendik, civarda bir Hollandalı hanımın çalıştırdığı bir “cafe” de yemek yedik. Zaten fazla bir yemek yiyecek mekân da yok. Tabii Afrikalıların yediği yerlerde yemek serbest. Nasıl olsa yanımızda mebzul miktarda ishal ilacı mevcut. O gün bol bol etrafı dolaştık. Etraf Sofyalı Sokak kadar. Sofyalı sokağı bilmeyenler Asmalımesçit’e gidip baksınlar. Etrafta renkli renkli elbiseler içinde Afrikalı kadınlar dolanıyorlar. “Ay, ne de güzel bu giysiler” diyen Ertuğrul haşırt huşurt deklanşöre basmaya başladı. Foto faslı bitti. Kadınlar sardı mı etrafımızı! Meğerse tarifeye göre her “haşırt” bir ABD doları imiş. Su koymaya kalktık; baktık ki etraftan bazı erkek zenci Afrikalılar (zenci olmayanına pek rastlamadık ya) kötü kötü bakmaktalar. Tabi bu arada bizim aramızda kavga çıktı. Ertuğrul “Abi ben fotoğraf çekerken sen de yanımdaydın, paranın yarısını sen vereceksin” demeye başladı. Sonunda paranın tümünü ben verdim ve fotoğraf makinesini rehin olarak aldım. Ertuğrul da borcunu geri ödeyemediği için haşırdı huşurtudan da kurtulmuş olduk.
Etrafta Hristiyanlığın her çeşidinden misyonlar var, ama yerliler yine de dans ederek tanrıya şükretmekle meşguller. Ertesi gün akşam grubun geri kalan kısmı T.C. den geldi. Biz de onları beklerken öğle yemeği yiyelim demiştik. Otelin yemek salonunda sadece biz iki zibidi oturmaktayız. Et söyledik. Tam tamına bir saat kırk beş dakika sonra geldi yemekler. Zaman durmuş olduğu için beis de yok adamlarda.
Şimdi, memlekette yüz bilmem kaç tane kabile varmış. Her biri de kendi dilini konuşurmuş. Onun için ortak dilleri “Swahili” denilen bir lisan. Okumuş olanlar İngilizce de biliyorlar. Araya Arapça da karışmış. “N’aber refiki (Arapça arkadaş demek) dediniz mi arkadaşlığınızı belli etmiş oluyorsunuz. “Cambo” “Selamünaleyküm demek”. Zaten herkes birbirine devamlı “jambon” diyor. En büyük kabile “Masai” ler. Ertesi gün bizi onların köyüne götürdüler. Şefin oğlu karşıladı bizi. Güzel İngilizce konuşuyor. Vaziyet biraz bizim Tatil Köylerindeki Yağlı Güreş Müsabakalarına benziyor. N’apalım yutar gibi yaptık biz de. Adamın bismillah ilk söylediği laf “Biz de Poligami vardır” demek oldu. Bizim erkekler kulübelere daldılar mı hemen. Neyse tuttuk çıkarttık kendilerini “Beyler o olay sadece kendi aralarında, Türk’lerle olan ilişkilerine bu dahil değil” dedik. Bize yaşantılarını anlatılar. Köyü gezdik. Bu Masai milletinin erkekleri ellerinde tahta bir sopa devamlı yürüyorlar. Giysileri ise vücutlarına doladıkları kırmızı bir bez parçası. Şehre de öyle iniyorlar. Yalnız bir keresinde bu vaziyette önümüzde bir Taksi çevirip bindiler. Spielberg’in filmleri halt etmiş bir manzara çıktı ortaya.
Ertesi gün dokuz kişilik ekip olaraktan yola çıktık. Yolda ha bire zenci topladık. Her binen için rehberimize “Bu kim” diye soruyoruz; cevap “Hamal” oluyor. On tane filan hamal topladık yoldan. Neyse sonunda anlaşıldı ki dokuz kişi için otuz altı kişilik bir ekip geliyor. Rehber, rehber yardımcıları; aşçı, aşçı yardımcıları; hamalbaşı, hamallar vs, vs. Her hamalın sırtında küçük bir çanta, “cambo” “cambo” diyerekten yalınayak yokuş yukarı koşuyorlar. “Niye hayvan kullanmıyorsunuz?” Dedik. “İnsanlar aç kalır” dediler. Tabii Afrika’nın artı beş yüz derece sıcaklığına alışmış olan bu gariplerin eksi on beş derecedeki dağda nasıl yaşabildiklerini de çözemedik bu arada. Ve bu minval üzerine beş günde 5000 metredeki ana kampa çıktık. O gece saat 24:00 de zirve tırmanışı başladı. Altı bin metreye çıkacağız. Sabah güneş doğarken oluşan renkler ve aşağıdaki Afrika manzarası tarifi sonsuz bir derinlik ve sessiz bir huşu (kuş cinsi değil) yaratıyor. Derken tepeye geldik. Kar mar yok buralarda. Biz “Oh geldik derken”, “Zirve on dakika ötede” dediler. Şimdi koca bir krater düşünün, onun yanındayız, dağın tepesi. Ama ilerde kraterin bir köşesinde yirmi beş metre daha yüksek olan esas zirve varmış. Oraya gideceğiz. Afrika’da da on dakika meğerse tam tamına kırk beş dakika demekmiş. Kraterin içi buzul, metrelerce aşağıya iniyor. Ama içindeki renkler tarifsiz bir güzellikte. O renkleri anlatacak kelimeler mevcut değil.
Sonra aşağıya. Gece uyu, ertesi sabah Ana Kapıya var ve ciple geri dön. Bu arada bütün yol boyunca hanımlar bu memlekette “Tanzanit” adlı değerli bir taşın çıktığını söyleyip duruyorlar. İpeğe bir “Cest” yapayım dedim ben de. Dükkanlarda Tanzanit var ama, uyanık Türk bendeniz rehbere “Sen beni bu işin kaçakçısına hele bir götür bakayım” dedim. Arka sokaklarda sefaletin ve pisliğin ortasında bir hana geldik. İçeri girdik. Ortası avlu, katlarda balkonlar var. Aşağıdaki avluda bir sürü şişko şişko zenci hanım dolaşıyor, balkonlardan da bir sürü iri kıyım zenci erkek aşağıya bakıyor. “Rehber” dedim “Sen beni yanlış anladın galiba, AYDİS var burada” “Yok abim, bunların hepsi vallah billah taş satıyorlar” dedi ve kayboldu ortadan. Hani Türklüğe yedirebilsem tüyeceğim geriye. Neyse döndü geldi ve “Beni izle” dedi. Üçüncü katta arka tarafta bir odaya girdik. Odada üç tane bir dudağı yerde bir dudağı gökte her biri yüz elli okka çeken zenci oturuyor ve odada ayakta durabilecek bir yer dahi kalmamış. Bu durumda ne yapılır? Hemen gittim üçünün de eline sarıldım. “Allah sizden razı olsun ağabeylerim, Allah ne muradınız varsa versin” dedim bütün güler yüzlülüğümle. Geri dönmesem bizimkiler beni bulamazlar valla. Adamın biri asık suratla yanıma gel diye işaret etti. Adama süklüm püklüm yanaştım. Bir şeyler yaptı ve arkasındaki duvar açıldı ve bir kasa göründü. Hoş geldin bizim Kapalı Çarşı. Birtakım taşlar çıkarttı. “Bunlar en kralından Tanzanit” dedi ve kıratlarını söyledi. Ben Tanzanit görmemişim ki hayatımda. Herif bana çakıl taşı satsa alacam orda. Zaten almadan geri çıkmak herhalde mevzubahis değil. “Kıratı USD üç yüz” dedi. Tarttı bazılarını ve fiyatını söyledi. “Bana şu 1.1 kıratlığı ver amca, ama Cash ödeyecem, ona göre indirimimi de yap” dedim. Sanki kredi kartı versem alacak da. Neyse “Senin için otuz dolar almam, ver üç yüz dolar” dedi. Parayı verdim, hepsini öptüm ve arkama bakmadan tüydüm oradan. Sonra havaalanında Tanzanitin fiyatını sorduğumda kıratı ‘sekiz yüz’ dolar dediler. Benim gorillere dua ettim. Üstüne taş da çok kaliteli çıktı.
Ertesi gün bol bol dinlemiş olarak sizin ha bire TV de gördüğünüz Safariyi yaptık. Aslanlar, kaplanlar, leoparlar, çitalar, yetiler, Loch Ness canavarları, filler vs. Ne yazık ki hiçbiri yok. Bu arada şoförde silah da var. Hani bunlar saldırırsa, bizi koruyacak. “Nerde aslanlar diyoruz.” “Dağa kaçtılar” diyor. “Ya kaplanlar”,
“Suya gittiler” “Filler?” “Çiftleşme zamanları, ses çıkarmayın sonra yapamazlar” deniyor. Sonunda anladık ki o parkta, dört aslan ve de ufak bir filo fil varmış, gerisi de mafiş.
Peki siz zürafaya hiç mama verdiniz mi? Yaaa. Biz onu da yaptık. Zürafanın boyu Michael Jordan’ın üç katı. Biz yanında Peru’nun yerlileri gibi kalıyoruz. Ama zenciler akıllı adamlar. Nasıl düşünebilmişlerse üç metre yüksekliğinde bir platform yapmışlar, hatta ona çıkabilmek için bir de güzel merdiven inşa etmişler. Elinize veriyorlar otları, hayvancağız gelip diliyle alıyor mamayı ve bu arada dili elinize sürtünüyor. Sekiz numara zımpara kâğıdı gibi alimallah. İkinci mamadan sonra elinize Bepanthen-Plus sürüyorlar.
Sonra dönüş ve yine Kenya sınırı. Çocuklar sarıyor etrafımızı. Nerdensiniz diyorlar, T.C. cevabını alınca, Hasan Şaş vs. muhabbeti başlıyor. Bu arada bir velet yanaşıyor. Elinde bir milyon TL. Bunun karşılığında bana USD verin diyor. Diyoruz ki “Kardaş, bu anca yetmiş US sent eder”. Çocukcağız bi milyona bakıyor, bi de bize bakıyor ve dolandırılmakta olduğunu düşünerek parayı vermiyor. Paramızın kıymetini de böylece anlamış oluyoruz.
Son gece Nairobi. Akşam yemeğini “Carnivore” adlı bir et lokantasında vahşicesine yiyoruz. Envai çeşit et çevriliyor ateşlerde, mangallarda. Fiks menü; garson getiriyor ve “Orangutan” diyor; isteyen alıyor. Bi de o geceye mahsus özel üç çeşit et var, Timsah, devekuşu ve deve. “Yok deve” demeyin, Afrika’nın bilumum hayvanlarını yedik, fil hortumu hariç. Dönüş KENYA havayolları ile. Onca günün yorgunluğu üzerine güzel bir uykuya dalıyorum. Zenci hostes beni ikide bir uyandırıyor ve “sir, hiçbir şey yemiyorsunuz ama” diyor. Sonunda kıza “aggghhhhh” yapıyorum. “Biz T.C. de zenci etine bayılırız, özel olarak da Kenya’dan getirtiyoruz” diyorum, kız kayboluyor. İndiğimizde pilotun koltuğunun altında buluyorlar kendisini.