Mısır'da Düğün
Biz gittik. Siz de mi gittiniz? O zaman boşuna rahatsız ettim. Kusura bakmayın.
Ama bakın size enteresan bir hikâye anlatacağım. Esasında ben çocukluğumdan beri hikâye ile masalın farkını anlamamışımdır. İkisi de uydurma konulardan oluşur gibi gelir bana. Gerçekten olmuş hikâyelere zaten “Anı, Biyografi vs.” diyorlar. Veyahut “bak, sana gerçek bir hikâye anlatayım” sözcüğünü hepimiz kullanırız. Şimdi hikâye dedim de eskiden “Pehlivan Hikâyeleri” vardı. “Soap Operalar” gibi bitmez de bitmez. Benimkisi bitecek merak etmeyin.
Tabi bu arada Kahire’de Tahrir geyiği de var ya. Onun için giriş, gelişme, sonuç bölümleri üzerinden gideceğiz.
GİRİŞ:
Babamın dayısı fiğ tarihinde bir Osmanlı Vilayeti olan Mısır’a gidip yerleşmiş; orada evlenmiş ve çocukları olmuş. “Ne var bunda” diyeceksiniz. Bunda bir şey yok da bundan sonrasında var. Derken 1.Dünya Savaşı bitmiş ve Osmanlı İmparatorluğu sizlere mevta. Burada kalan bizlere neler olduğunu size yuvadan beri öğrettiler zaten. Orada kalanlar ise yeni kurulan Mısır Krallığının vatandaşları olmuşlar. Belki sonrasını da hatırlarsınız. 1950 lerde Nasır Abim şişman Kral Faruk’u şutlamış ve Mısır’a el koymuştu. Allah Mübarek etsin.
Mısırlılar da böylece Memluklulardan başlayıp Osmanlılar ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile devam eden Türk İdaresinden kurtulmuşlardı. Bir seferinde Mısır’da bizi gezdiren rehber tur sırasında böyle demişti de. Sonra camiye girerken ayakkabılarımızı o söylemeden çıkarınca Müslüman olduğumuzu anlayıp nereli olduğumuzu sormuştu. Korkudan Borneo Adası Müslümanlarındanız demiştik. Benim babam Hukuk Mektebi son sınıfa kadar eski yazıyla okumuş biriydi. Mısır’a ilk gittiğinde her şeyi okuyup, hiçbir şey anlamadığını fark etmişti. O zamanda anlamışki Arap harflerini sadece Türkler değil, ara sıra Araplar da kullanıyorlar. Okuyup da tek anladığı şey ise birtakım binaların üstünde yazan “Finduk” olmuş. Buralar herhalde bizim Karadenizlilere aittir diye düşünürken, bizim akrabalar demişler ki “ha bu Finduk başka Finduktur. Burada Hotele Finduk derler.” Böylece babam da o zamanlar Karadeniz’de niye otel olmadığını keşfetmiş.
Yahu ben mecbur muyum sizi eğlendireceğim diye abuk sabuk şeyler yazmaya. Zaten çok geç oldu ben yatmaya gidiyorum.
Günaydııııınnnn. Ne yani, yoksa hala uyuyor musunuz? Saat 06:00. İpeğe göre çoktaaannn sabah oldu. Kalkmazsak sanki günaha gireceğiz. Hadi bu sabah yine şanslısınız, sizi günah işlemekten kurtarıyorum. Girişe bu kadar yeter.
GELİŞME:
Ve babamın dayısının nur topu gibi iki evladı olmuş. Bir tanesi çocuksuz vefat etti. Diğerinin de iki oğlu oldu. Yani ben onlarla ikinci dereceden kuzen oluyorum. Bir tanesi vefat etti. Diğeri hayatta, ama yaş farklarından dolayı kendisi benden yirmi yaş büyük. Eşi de İstanbullu. Hemen her yıl T.C. ye gelirler; bizi ararlar. Türkçe bildiklerinden dolayı, anlaşma sorunumuz da olmaz. Çok çok sevip saydığımız insanlardır. Yalnız ortada bir problem vardır. Benim Kuzen torunun çocuğunu görmüştür, bizde ise torun morun kekâ. Bizim çocuklara “nedir bu işler” diye sordum. “İşler kesat baba” dediler. Kim işler, nasıl işler, hangi işler filan anlayamadım. Ama çocuklardan korktuğum için de kendi kendime “nene lazım oğlum, uzatma işte” dedim.
Şimdi kuzenimin bir oğlu var. Kendisi geçen gün birdenbire evleniverdi. Eşi İzmirli, düğün de İzmir’de oldu. Apar topar son uçakla zor yetiştik. Hâlbuki biz, bir hafta sonra Kahire’de yapılacak olan kuzenimin torununun düğününe gitmeye hazırlanıyorduk. Neyse, iyi de oldu. Kahire’ye düğüne giderken hazır yol üstündeyken İzmir’de öteki düğünü de aradan çıkartmış olduk. İzmir’deki çok hoş ve samimi bir düğün oldu. O İstanbul’daki İtfaiyecigillerin sosyete düğünlerinden filan değildi. Çok içten bir düğündü ve çok büyük zevk aldık. Yazıyı yarıladık bile. Şimdi tansiyonu yükselttik de yükselttik. Sonuca geçmeden önce tansiyonu ve şekeri yükselen sizlere ensülin yapacağız. Yahu adam yemiş yemiş haltları; enselenince de ha bire tansiyonu, şekeri neyi yükselip duruyor. Ne demişler, yiyemeyeceğin hıyarı satın alma. Neyse bu vesile ile Fenerbahçeli kardeşlerime çok geçmiş olsun diyorum. Tabii biz anlamamış gibi yapıp, nasıl olsa reddetmezler diye çocukları da kattık yanımıza. O da yetmedi; İpek bir de yeğenini verdi bizim çocukların yanına; hani var ya, onlara göz kulak olsun diye. Niye sadece göz kulak olunur, onu anlayabilmiş değilim. Mesela ağız, burun geniz vs. de olunmalıdır bence. Burada anlatamayacağım kadar karmakarışık bir programla herkes Kahire’nin yolunu tuttu. Sora sora Bağdat bile bulunurmuş; Kahire niye bulunmasın ki. Valla uzun lafın kısası, herkes başka başka günlerde ve başka başka yollardan vs. giderek düğün günü muhteşem bir otelde buluştuk. Kahire’ye inince din kardeşiyiz ya, pasaport polisine sempatik gözükeyim diye “Selam-ün aleyküm, ya sayidi, tekellüm Arabi?” dedim. Adam bana tuhaf tuhaf baktı ve “la(hayır)” dedi. Hayda ne diyeceğiz şincik, ben de “si” dedim. Adam bu sefer bana “İtalyan asıllı mısın” demez mi. Ben de Arapça bildiğimi göstereyim diye “ayva(evet)” dedim. Adam “o bizde yetişmez, sen hele şöyle kenara bir geç bakalım” dedi. Çıktık havaalanından. Dışarıda bizi Mışmış bekliyor. “Evlat, senin essah adın nedir” dedim. “Abdulvahap bin Mustafa” gibi bir şey dedi ve ilave etti “ben nereden senin mahdumun oluyormuşum ki”. Biz adama Mışmış demeye devam ettik. Sonradan öğrendik ki bu Mışmış tam bizim Resul hocalıkmış. Mışmış Arapçada kayısı demekmiş. Neyse, bindik vasıtaya, “Mışmış Sayidi, sen bizi önce şöyle bir Tahrir’e at bakalım da gösteri yapıp Mısır halkına destek verelim” dedim. O da bizi meydana atmasına attı da biz lap diye polislerin kucağına düştük. Haydin soyunun bakalım dediler. Sanki uçağa biniyoruz. Üstümüzdeki her şeyi neyi aldılar. Böylece bize de gösteri yapacak materyal kalmadı. Bunun üzerine biz de açlık grevine başladık sanmayın, copları yemeden hemen gerisin geriye tüydük. İlkokulda bize tahrir yazdırırlardı. Onun öz Türkçesini icat edemediklerinden olacak, sonraları kompozisyon dediler çıktılar işin içinden. Tahrir, Lugat-ul Vesveseye göre: “Arapça’da kaydetme, kayıt ya da tescil, deftere geçirme; kadastrodur. Eskiden tahrir defterleri vardı. Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren toprak sahiplerinin, vergi yükümlülüklerinin sayısı tahrir defterine kaydedilirdi. Tahrir 1929 Türkçe Müfredatında kompozisyon dersi yazı yazma çalışmalarının yerini tutar”. Esasında benim bildiğim kompozisyon bileşkedir yani bir şeyin muhteviyatıdır. Mesela, karnıyarığın bileşkesi patlıcan, kıyma, yağ, domates ve de iyi bir aşçıdır. Neyse, siz anladınız olayı şimdi. Yani Mısır halkı bu meydana kompozisyon yazmaya gelmiş meğersem. Ama Mübarek adamcağız da olayı yanlış anlamış. Neyse bize ne, ama değil mi. Başka ülkelerin içişlerine karışmak adedim değildir zaten. Ben şimdi çıkıp da İngilizlere “My Dears, siz CHP ye oy verin” diyemem ki.
Tabii bu arada bizim akrabalar bize ilaveten çocukların geldiğine hakikaten candan mutlu oldular. Ve zaten sonra onları İskenderiye’deki yazlık evlerine götürdüler. Neyse Mısır’da düğün nasıl olur ne yapmak, ne etmek lazım gibi sorular kafamızda düğün salonuna gittik. Şimdi tansiyonu yükseltiyorum. Nejat diyor ki filmlerde tansiyonu iyice yükseltip yükseltip herkesin beklediği sonuca doğru giderken, son saniyede sağ gösterip sol vurarak sonucu tamamen başka türlü bağlayacaksın. Bence buna hilekârlık denir. Onun için de çocukcağız hala bir Oscar alamadı.
SONUÇ
Nikâh hoca tarafından on gün önce kıyılmışmış zaten. Bu son on gün içinde damat geline üç kere “boşsun” demediği için de düğün yapmakta zorluk çıkmamış. Düğün saat dokuzda başlayacakken, başlaması saat on biri buldu. Nedeni de misafirlerin gelememesi. Peki, bunun nedenini bilin bakalım. Gece yarısı birilerinin aklına gelmiş, Tahrir Meydanı’na kompozisyon yazmaya kalabalık bir şekilde yürümeye başlamışlar. Misafirler de tahrirleri merak ettiklerinden olacak, önce onları okuyup sonra gelmişler.
Törende bir saz-bando-mızıka karışımı müzik yapan bir grup var. Başlarındaki taçlara yanan mumlar takılmış beyazlar içindeki kızlar da kıvırtıyorlar. Ama bizdeki gibi değil. Yani bağırtı çağırtı arasında ortaya çıkıp şakır şukur, hop güm dans bitti deyip, masa masa dolaşıp bahşiş toplayanlardan değiller. Bir Arap kültürü kıvraklığı ve zarafetiyle dans ediyorlar. Zaten daha sonra Arap Popu başlayınca misafir gençler de kıvırtmaya başladılar. Ama son derece yumuşak ve zarif; göz süzerekten, el tutaraktan. Kendi kültüründeki olayları o kültürden kişiler ifa edince hadisenin seyri değişiyor valla. Bu müzik ve dans arasında gelinin babası, gelini damada teslim etti. Çok hoş bir tören. Adamcağız ikinci kızını da verdi elin oğlanına. “Bu durumdaki bir babanın duygularını bana terennüm eder misin” dedim. Hani yani bizim de kızımız var da. Alışayım da hazırlıklı olayım dedim. “Çok memnunum, damatlarımın ikisi de çok iyi çocuklar” dedi. Yani topu damatlara attı. Çok hoş ve neşeli bir düğün oldu. Batı müziği kısmı küreseldi de Mısır müziği çok güzeldi. Gençler çok eğlendiler. Biz de çok zevk aldık. Düğünde bir ara garsonu çağırdım ve “el kahve-i turk-ül mazbut mümkin yani efendim” dedim. Garson orta şekerli Türk kahvesini getirdi. “Şukran” dedim. İpek “Bana bak sen Arapçayı nasıl öğrendin” dedi. “Yahu görmüyor musun Türkçe konuştum işte” dedim. Derken İpek “yallah, haide dansa” dedi. Ben başladım o gözlerini süzen acayip hoş Arap kızlarıyla kıvırtmaya. Son hatırladığım odada yatakta kafamda bir buz torbası ile yatmakta olduğumdu.
Tabii bu sıralarda Kahire’de görülmedik yer bırakmamak için çocuklar Mışmış ile Kahire turları yaptılar. Doğal olarak da Ehramlara gittiler. Yeni Türkçe ile Piramitler yani. Deveye, ata binmek gibi turistik geri zekâlılıkları yaptıktan sonra; biz ille de bunun içinden mezarın bulunduğu odaya çıkacağız diye tutturmuşlar. Çıkmışlar, ama ertesi gün hepsinin bacakları fena ağrıyordu. Bu çıkışı bilmeyen olabilir diye, nasıl bir şey olduğunu anlatmayacağım. İsteyen gider dener.
Bu arada Türk olduğumuzu duyan her cinsten, her türden, her seksten, her sosyal seviyeden, her öğretim seviyesinden insanlar bize T.C.’ ye hayran olduklarını, inşallah yakında kendilerinin de bizim gibi olacaklarını (akıllarına şaşayım) düşündüklerini söylediler. Ve erkeklerin en çok söyledikleri şey “Yavaş yavaş, Hasan Şaş” bu son cümleyi yorumlamak artık size kalmış.
Sonra da döndük. Artı kırk iki derecelik bir çöl sıcağından sonra artı otuz derecedeki İstanbul acayip serin geldi. Bir daha İstanbul sıcak mıcak demeyeceğim.