Peru - Bolivya
17 Ağustos sabahı saat 02:30 da uyanıp Amsterdam üzerinden on dokuz saatlik bir uçuştan sonra Lima, Peru’ ya vasıl olduk. Nasıl olsa Lima kaçmıyordu bir yere. Havaalanından çıkar çıkmaz insanların bir anda kaçıştıklarını gördüm. Sonradan anladım ki en uzunu 1.50 m. ve en irisi benim üçte birim kadar olan bu insanlar beni görünce ejderha görmüş gibi olmuşlar. Zaten bu ejderhalık bütün gezi boyunca başıma dert oldu. Küçücük ve markasının ne olduğu anlaşılmayan taksilere binince şoförler öteki kapıdan dışarı fırlıyorlardı. En kötüsü de dükkân tenteleriydi. Bunları kendi boylarına göre yaptıkları için ha bire gözüme giriyorlardı. Zaten adamları bavula koysan uçakta fazla bagaj ücreti almazlar.
İki gece Lima’da kaldık. Bu arada Ertuğrul güzel yemek yenebilecek bilumum lokantaları buldu ve ananas suyunun üstündeki köpüğü içebilmek için devamlı ananas suyu sipariş etti. T.C. de ananas çok pahalıymış da. Peru mutfağının dünya çapında olduğu söyleniyor ama bizim tek gördüğümüz yenilik limon suyunda dinlendirilmiş “Sevice” dedikleri çiğ balık. Neyse yemek tarifleri için bkz. Peru mutfağı. Lima’da gökyüzü yılın dokuz ayı sis gibi bulutlarla kaplı. İnsanı epeyce depresif yapan bir durum yani. Kış olmasına rağmen ısı gündüzleri ortalama yirmi derece civarında. Büyük bir şehir. İnka öncesi medeniyetlerden kalma altın takıların bulunduğu küçük bir müzesi var. Ana meydanında bizim Beyoğlu’nun çok küçüğü trafiğe kapalı bir eğlence yeri var. Fazla da başka bir şeysi pek yok. Peru’nun milli geliri kişi başına her ne kadar $ 4800.00 gözüküyorsa da bence bizden en aşağı on kere daha fakirler. Biz gitmeden yirmi dört saat önce dokuz büyüklüğünde bir deprem olmuştu. Allahtan ölü sayısı sadece altı yüz idi. Onun nedenini de o bölgeye gidince anladık. Adamların başlarına yıkılacak doğru dürüst evleri bile yoktu.
Peru’nun dört ana jeolojik yapısı var. Batıda Pasifik okyanusundan başlayan kıyı şeridi. And Dağları. And dağlarının doğusunda “Alti Plano dedikleri üç- dört bin metre arasında değişen yüksekliğiyle büyük bir plato. Onun doğusunda da aşağıda Amazon Bölgesi. Yani deniz havası, dağ havası ve de tropikal sıcak havanın üçü de var.
Üçüncü gün Amazon Nehrine katılan büyük bir nehrin kıyısına indik. Türkçesi Puerto Maldonado’ ya intikal ettik. Burası çok fakir bir yer. İşin en komiği, en büyük binası da hapishanesi. Bütün nüfusunu içeri tıksan yine de boş yer kalabilir. Yerli motorlarıyla Amazonun önemli nehirlerinin birinde bir buçuk saatlik bir yolculuk yapıp bir “Lodge” a vardık. Günlerden pazardı ve “Lodgespor” ile “Komşuköyspor” futbol maçı yapıyorlardı. Dolayısı ile bizle ilgilenen olmadı. Biz de maçı seyrettik; hatta Türklüğe leke sürülmesin diye de ben birkaç kere “gay referee” diye bağırdım. Bizim “Lodge” da ışık yok, sıcak su yok, bol bol sinek ve böcek var. Cibinliklerimizle yatıp, sinek kovarları üzerimize boca ettik. Odalar sazdan yapıldığı için komşu odadakilerin bilumum ses ve kokuları yan odalara duhul ediyordu. Amazon çok büyük bir bölgenin adı. En geniş yerleri Brezilya da kalsa da Peru, Bolivya gibi ülkelerde de bulunuyorlar kendileri. Genelde hala balta girmemiş yerleri var. Tropik bir iklimi var ve içinde birçok nehir akıyor. En büyük nehri Amazon nehri ama ona yakın uzunlukta birkaç nehir daha var. Zaten hepsinin suyunu Amazon toplayıp Atlantik Okyanusuna döküyor.
O akşam hava kararınca bizi iki saat süren bir böcek görme turuna çıkarttılar. On binlerce böcek cinsi varmış. Ertesi sabah saat 03:00 de uyandırılarak iki saatlik bir yürüyüşten sonra Amazon’da güneşin doğuşunu ve su samurlarının yemlenme aktivitelerini görmek üzere bir gölün kenarına götürüldük. Bir tane su samuru başını çıkarttı (bence turistler için eğitilmişti); bir de uzakta timsah dedikleri bişi yüzdü. Oraya şişme bir bebek de koymuş olabilirlerdi. Daha sonra balta girmemiş ormanlar (vallah billah doğru) içinde bilumum mahlukat, ağaç ve çiçek inceleyerek kampa döndük. Bu arada yüzlerce kuş içerisinde elektronik sesli bir kuş vardı. Dalda durduğu yerde öne eğilirken bir ses çıkarıyor ve geriye giderken de değişik bir ses çıkarıyor, yani aynen maçlarda ‘beş, beş’ diyenler gibi. Bunun ne olduğunu bilmeyenler bilenlere sorsun. Öğleden sonra şifalı bitkiler hakkında bilgilendirildik. Şamanlar bunların bazılarını karıştırarak halüsinasyon yapan ilaçlar elde ediyorlarmış. Ayahuasca gibi. Türkçe’de buna Ayvaska deniyor. Zaten Peru ve Bolivya’da koka yaprağı çiğnemek serbest. Hatta kurabiyesini, şekerini, çayını vs. de yapıyorlar. Peru’nun sloganı “Peru’da Koka kokain değildir”. Bilhassa yükseklik rahatsızlıklarına çok iyi geliyor. Grubumuzda herkese fayda verdi. Bu yapraklar hüdai nabit. Ortalıkta kendiliğinden yetişiyor. Bir miktar alıp damağınıza yapıştırıyorsunuz. Tükürüğünüz ile yavaş yavaş ıslanıyor ve kanınıza karışıyor. Kafa filan da yapmıyor. Biz dağlara çıkanlara ayrıca faydası da oldu. Nedenini bilemiyorum. Gece timsah bakmaya nehre açıldık. Timsahlar üzerine araştırmalar yapan Hollandalı bir kız motorun ön tarafında etrafa fener tutuyordu. Timsahlar öyle National Geographic Channel’ deki gibi kıyıya serilmiş yatmıyorlardı. Sadece gözleri görünüyordu. Biz motoru durdurup yanlarına yaklaşıyorduk. Dokununca da bir şey yapmıyorlardı.
Ertesi sabah havaalanına transfer ve Cusco’ya gidiş. Hayatımdaki en sıkı güvenlik kontrolünden geçtim. X-Ray makinesi var. Çalışmıyor. Önünde bir adam herkesin çantalarını makinenin içinden öbür tarafa atıyordu. Öten kapının önünde bir kız duruyor ve herkesi sırayla geçiriyordu ama kapı da çalışmıyordu. Doğal olarak etrafta açık tenli adam aradık, belki terörist buluruz diye, ama en açık tenlileri de biz çıktık. Bu arada 1974 yılında İstanbul, Kurtuluş’tan Atina’ya göç etmiş Yunan bir hanım bizi duydu ve hasret giderdi. Uçakta yanımda oturan Peru’lu bir hanım korkudan devamlı haç çıkarıp dua ediyordu ama bir yandan da cep telefonu ile konuşuyordu. Yani orada uçaklarda cep telefonu yasak olmadığını sanmayın. “Kapatın” diye anons ediyorlar ama yerliler işi İnka’ya havale etmişler anlaşılan. Vallah billah uçak düşmedi.
Cusco İnkaların başşehri. Üç bin üç yüz metrede. Sıfır metreden üç bin üç yüz metreye otuz dakikada çıkınca herkes koka yaprağı çiğnemeye başladı. Güya “dağcı” olan bizleri bile biraz sersem etti vaziyet. İspanyollar bilmem kaç yüz bin İnka’yı öldürdükten sonra şehri İnka’lardan kalan taş harabelerin üstüne kurmuşlar. Ayrıca her biri de bir Katolik Sekte (Dominicans, Franciscans vs.) ait olan on altı tane katedral, kilise ve manastır var. İnkalar TİTİCACA Gölü yakınında bulunan CECHUA kabilesi. Dağlara göç edip, orada diğer kabileleri de kendilerine bağlayıp büyük bir imparatorluk kurmuşlar. İmparatorun adı İnka, onun için kendilerine İnkalar deniyor. Dağlarda toplam otuz iki bin km. yol yapmışlar, ama yazılı bir kültürleri yok. MS 1200-1500 başları varlar, sonra İspanyollar kesmiş adamcağızları. Ama hala bu yerlileri görüyorsunuz. Kendi Kültür ve yaşantılarını devam ettiriyorlar. MÖ. 12000’e kadar giden Pre-Colombian, yani Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinden önceki medeniyetler ama, hiç birisinin yazılı kültürü yok. İnka İmparatorluğu Kolombiya ve Ekvator’un güneyinden Arjantin ve Şili’nin güneyine kadar gidiyor. Tahminen en aşağı iki Türkiye büyüklüğünde. Cusco çok tipik bir şehir. Nüfusunun neredeyse tamamı yerli halktan oluşuyor. Aralarında Hristiyan olanlar da var, eski dinlerini muhafaza edenler de var. Genel olarak İspanyolca konuşuluyor. Ama yerli dilini de kullananlar var.
Ertesi sabah 04:30 da hareketle meşhur Machu Picchu’ ya mütevecihhen hareket ettik. Sanki Machu Picchu kaçıyor. Evvel allah kapılar açılmadan yetiştik ve o gün içeriye ilk girenler bizler olarak bir rekor daha kırdık. Burasını İspanyollar bulamamış. 1910 yılında Amerikalı bir tarihçi bulduğunda hala bir iki aile yaşıyormuş. Zamanla Amerika’lılara iyi pazarlanmış ve gördüğünüz her şey” heeçç bişi diil, sadece “daş”. Olimpos Antik Kentinin bekçisi bana kalıntıları göstererek böyle demişti. İzahlı malumat rehberine göre değişiyor, ama insana en heyecanlı geleni de “evlendirilmek üzere hazırlanan bakire kızların yetiştirildiği şehir” olanı. Bakire kızları hayal ederek dolaşıyorsunuz, sonra dönüp yerlilere bakıyorsunuz, bakire olsa ne yazar diyorsunuz. Bu arada şehri ziyaret etme ihtimaline karşı İNKA’ ya da bir ev hazırlanmış ve sadece o evin lavabosu var. Bu arada İnka’nın esas karısı ki bu birinci karısı olurmuş Cusco’ da otururmuş. Neyse, tabii bütün bu veriler İspanyol vakanüvislerin yazdıklarına dayanıyor. Dediğim gibi kendi yazılı kültürleri yok. Gece Cusco’ ya döndük.
Bu arada grubun kompozisyonu şöyle: Başımızda Don Arturo Rayo(yıldırım) var. Altı bin seksen metrelik Huayna Potosi dağının zirvesinden aşağıya bir saate koşarak indiği ve yerel rehberi de dili bir karış dışarıda arkasından sürüklediği için kendisine verilen bir isim. Diğer iki rehber Patagonya’ da yaşayan ve orada Rafting rehberliği yapan Cahit ve Cem kardeşler. Orada kış olduğu ve havalar Raftinge müsait olmadığı için bize rehberliğe gelmişlerdi. Grubun geri kalanı da bir doktorlar gurubu ile bendeniz cennet kuşu Ahmet. Tabii doktorlarla olduğum için çok memnunum. Bir şey olsa müdahale ederler diye. Ama kendilerinle sohbeti arttırıp Amazon’daki sineklerden alınabilecek hastalıkları ve dağlarda yaşanılabilecek yükseklik hastalığının neticelerini öğrenince ben hemen geri dönmeye kalktım. Şaka yaptık filan diyerekten beni zorla zapt ettiler. Ertesi gün grup geziye Cem’le devam etti, biz ise üç kişi değişik bir program için vaziyet aldık. Böylece ilk hafta sonunda doktorsuz kaldık ve Don Arturo, Cahit ve bendeniz yarı zamanlı bir programla yollara düştük. Tabii ilk gün düşemedik ve Cusco ‘da gezindik. Trekler kaçmıyor ya. Cusco Taksim Meydanı kadar bir yer, bütün bir gün orada nasıl geçti anlamadım.
Ertesi gün. İnka’ların Machu Picchu’ dan sonra en sağlam kalmış ve İspanyollar tarafından bulunamamış ikinci kenti olan Chokekiraw’ ya hareket ettik. Araç yolu olmadığı için geliş gidiş dört günlük bir trekle gidiliyor. Rehber sabah saat 08:00 de geleyim dedi, yok sen 08:30 da gel dedik. Niye bilmiyorum ama, herhalde rehbere hava atmak içindi. Rehber yerel adetlere uygun olarak ve terbiyesinden 09:15 de geldi, biz de Türk terbiyesini göstererek saat 10:00 da yola çıktık. Ve çıkmadan önce peynirsiz ve de zeytinsiz kahvaltı edemeyen Don Arturo kendine bu tür nevaleler aldı. Üç saatlik bir otomobil yolculuğundan sonra bir köye geldik. Rehber “siz oturun, ben ekmek ısmarlamıştım onları alıp geleyim” dedi ve bir buçuk saat kadar ortadan kayboldu. Chokekiraw kaçmıyor ya. Neyse sonra yedi km. ilerdeki trekin başlangıcınagittik. Eşyalar katırlara yüklendi ve biz iki bin sekiz yüz metreden bin beş yüz metreye dünyanın sayılı Rafting yapılan nehirlerinden birine indik. Bu ara Don Arturo fotoğraf çekmekten yorgun düştü ve konuşa konuşa ancak hava kararırken nehre varabildik. Sonra da iki saat mehtap eşliğinde çıkıp kampa geldik. Saat oldu 20:00. Gece kaçmıyor ya. Ama biraz açız. Bir baktık ki rehber oturuyor. Ertuğrul “çay – kahve” dedi. “Ben sevmem onları, onun için almadım” dedi rehber. “Yemek” dedik. “Su kaynatayım” dedi. Odunla ateş yaktı, kırk beş dakika sonra kaynamış su yoktu etrafta. Ertuğrul işe el koyup kendi küçük ocağımızla su kaynattı ve içine makarna atarak yemek yedik. Zaten üç gün boyunca sadece makarna yiyecektik çünkü rehber sadece makarna almıştı yanına. Ertesi sabah üç bin metrede yapılmış olan Chokekiraw’ ın üç yüz metre altındaki kampa dört buçuk saatlik bir yürüyüşle tırmandık. Kampı kurduk ve antik şehre çıktık. Dimdik dağlarda tarım yapabilmek için dağları binlerce set haline getirmiş olan İnka’lar buralarda her türlü tarımı yapmışlar. Zaman içinde toprakla kapanmış olan bu alanları arkeologlar halen ortaya çıkarmaktalar. Orayı gezip kampa indik. Bu arada yürümeyi beceremeyenler katırlarla gelmeye başladılar. Ertesi sabah ben ve Cahit dönüş yoluna çıktık. Ertuğrul fotoğraf çekmek için geri kaldı. Yavaş yavaş nehre indik ve nehrin kenarında bir plaj gördük. Erişebilmek için kayaların üstünden bin bir macera ile ufak bir kumluğa vardığımızda çektiğimiz eziyetin değdiğine şahit olduk. Bizi iki tane üstsüz fıstık gibi Fransız kızı bekliyordu, ama nedense biz gelir gelmez tüydüler. Peru’daki allahın dağında iki yağız Türk genciyle ıssız bir plajda tek başlarına kalmak işlerine gelmedi nedense. Sonra iki saat tırmandık ve kampa geldik ve hava karardı. Ertuğrul bilmem kaç bin tane fotoğraf çekmiş olarak hava karardıktan bir saat sonra ancak geldi. Ertesi gün tekrar iki bin sekiz yüz metreye çıkmak durumda kalınca eğlence olsun (bahane) diye at kiraladık ve hakiki “Yankee” ler gibi yukarıya vardık. Bu arada benim kuyruk sokumum su topladı valla. Hala oturmakta zorlanıyorum. Rehber saat 10:00 da arabanın hazır olacağını söylemişti. Saat 12:00 idi, ortada ne rehber ne de otomobil vardı. Köye doğru atla devam ederken oto gözüktü. Bindik ve dağ-taş rehberi aramaya başladık. Sonunda bir yerlerde bulduk kendisini, bu sefer eşyaları taşıyan katırlar yoktu. Sivil bir sorup soruşturma ve kovuşturmadan sonra onları da ortaya çıkarttık (acele yok nasıl olsa). Sonra da üç saatlik bir toplanma ve ricat operasyonu ile geriye Cusco’da konuşlanmaya gittik. O gün şehrin etrafındaki İnka harabelerini gezdik ve Amerikalılar’ın “sexy woman” dedikleri Saksaywamann adlı kalıntılara gittik.
Ertesi gün Puno adlı Titicaca gölü yanındaki bir şehre uçtuk ve otele yerleştik. Sonraki sabah ise bence 21.y.y. da hala bulunabilecek en enteresan yere gittik. Titicaca Gölü. Üç bin sekiz yüz metrede ve dünyada “seyr-ü sefer yapılan” en yüksek göl. İnka istilası zamanında onlardan kaçmak için göle açılan ve UROS denilen sazdan adalarda oturan aileleri ziyaret ettik. Bu insanlar yüzen sazlardan yaptıkları adacıklarda sazdan yapılmış evlerde oturuyorlar ve sazı yemek ve ilaç için kullanıyorlar. Adalarda okullar, revirler vs. de bulunuyor. Balıkçılık yaparak yaşıyorlar. Adalar rüzgâr ve dalgayla savrulmasın diye de sazlarla dibe demirlenmiş.
Öğleden sonra yola düzüldük ve on beş dakika ötedeki Bolivya sınırına geldik. Birbirlerinin araçlarının yekdiğerine geçmesine izin vermedikleri için bir iple ayrılmış olan Bolivya- Peru sınırında durduk. Eşyaları indirdik. Bir çocuk el arabası ile eşyaları ipin öbür tarafına geçirdi yani Bolivya’ya taşıdı ve oradaki vasıtaya koydu. Aynen Trabzon-Rize sınırında olduğu gibi. Biz de pasaport muamelesi için bir barakaya girdik. Zaten bizden başka sınır mınır geçen yok. Baktık ki pasaport polisleri arasında Peru- Bolivya dama maçı var. Biz de maç bitsin diye bekledik. Bolivya kaçmıyor ya. Neyse maç bitti ve maçı kaybeden Perulu görevli pasaportlara baktı, yüzümüze baktı ve pasaportlarımız hem Peru hem de Bolivya damgalarıyla damgaladı. Ayrıca “Bolivya’ya ayak basma” formunu boş olarak damgaladı ve “formu siz sonra doldurun” dedi. Böylece Bolivya’ ya adım atmış olduk. Nihayetinde Copacabana denilen Titicaca Gölü kıyısındaki bir kasabaya ulaştık. Bu Copacabana köyü ile Rio’ daki Copacabana plajını karıştırmayın. Buradaki hakiki ve öz Copacabana. Bir de öğrendik ki denize açılışı olmayan Bolivya’nın bir Deniz Kuvvetleri Komutanlığı varmış ve rivayete göre gölde bir de denizaltıları varmış. Görüntü inanılmaz. Bol bol motor, hydrofoil vs. sanki Bodrum’ a geldik. Gölde iki ada var. Ertesi gün adalara gitmek için bir motorcuyla anlaştık. Ertesi sabah adalara müteveccihen hareket ettik. On metrelik, kamaralı bir tekne; arkasında benzinli elli beygirlik bir Mercury sürat motoru var. Bizi ilk adaya bir buçuk saatte götürdü. Ada kaçmıyor ya. Zaman bol, hava temiz, hiçbir şikâyetimiz olmadı (hydrofoil on beş dakikada gidiyormuş). İlk gittiğimiz adada kalıntı az ama yine ‘bakire yetiştirilen bir adaymış’. Bu Adamların hobisi bakire yetiştirmek anlaşılan. Bir bekçiyle, tek odalı bir ev var. Beş tane de genç vardı. Bir aydır orada takılıyorlarmış. Pek anlaşamadık, çünkü sadece gülüyorlardı devamlı olarak. Sonra öteki adaya geçtik. Kalıntılara baka baka adanın kuzeyinden güneyine dört saatte hafif inişli çıkışlı bir yoldan yürüdük. Motora talim. Hava karardığında eve geri döndük.
Ertesi gün Tiwanaku diye başka bir kalıntılara gitmek üzere otoyla yola çıktık. Feribotla İki yüz metrelik genişliğinde bir göl parçasını geçtik. Feribot dediğim bir otobüs sığacak büyüklükte bir sal. Bunun arkasında yine eli beygirlik bir Mercury sürat motoru. Acayip keyif. Tiwanaku kaçmıyor ya. Bir motor trafiği ki sorma gitsin. Herhalde Mercury’nin bütün üretimini Bolivya’lılar alıyorlar. Ve Tiwanaku. Rahipler tarafından yönetilen eski bir medeniyet. İnka’lardan önce yaşamışlar. Yüz yıl süren bir kuraklık sonucu yok olmuşlar. Kalan taşları da İspanyollar kilise yapımında kullanmışlar. Bize de bir iki duvar görmek vazifesi düştü.
Oradan La Paz. Hayatımda gördüğüm en enteresan şehir. Şehir dimdik aşağıya inen bir kanyonun içinde. Üst tarafı ile alt tarafı arasında bin metre yükseklik farkı var (4200-3200 mt). Şehrin üst tarafı sıvanmamış tuğlalardan yapılmış iki üç katlı binalarla dolu. (Acaba bu size bişi hatırlattı mı?). Ama bunların hepsi sıvanmamış olduğu için fena da durmuyorlar hani. Bu ülke TC’nin bir buçuk katı büyüklüğünde ve nüfusu sekiz milyon; bunun bir buçuk milyonu La Paz da yaşıyor. Bu arada La Paz barış demek. İspanyollar yerlileri hacamat ederken koymuşlar bu adı herhalde. Şehrin alt yanında ise İspanyol zenginler oturuyor ve aradaki ekonomik fark bir anda bir çizgi gibi başlıyor. O taraflar da hiçbir yerli yok. İstanbul’dan sonra Peru çok ucuz gelmişti. Bolivya ise bedava geldi. Peru’ya geri dönünce burası da amma pahalı dedik. İstanbul’a dönüp taksiye $ 40.00 verince kendimize geldik. Herhalde bir şeyler kaçtığı için bizi süratle eve yetiştirdi. Böylece İstanbul’daki durgun yaşantımıza geri dönmüş olduk. Bolivya’da etli, sütlü ve tatlılı bir yemek üç kişi toplam on beş YTL. Etiler’de ancak bir bardak su veriyorlar bu paraya. Bolivya’nın en enteresan yanlarından biri ise o fakirlik içinde umumi tuvaletlerin pırıl pırıl olması. Ama bu arada sokağa işemek de serbest. Şaka diil, çok gördük. Ülkenin cumhurbaşkanı bir yerli olan Morales, Venezuala ‘daki Chavezin kankası. İpek bu isimleri Galatasaraylı futbolcular sandı. Yerlilere tüm haklarını geri vermiş. Her kabile, büyük çoğunluğu AYMARA, kendi dillerinde eğitim yapabiliyor ve kendi dinlerinde serbestçe ibadet edebiliyor. Ortak dil İspanyolca ve tabiî ki Katolikliğin etkisi büyük. Sokakların kirliliği Nepali aratmıyor ve ortalıkta hep aynı hediyelik eşyaları satan tezgahlar var. Kadınlar sırtlarına attıkları battaniyelerde çocuklarını taşıyorlar. Bizi ertesi gün dağa çıkaracak yerli rehberlik ofisine gittik ve öz Türkler olarak bağıra çağıra içeriye girdik. Orada zayıf uzun boylu sarışın genç bir adamla ona benzer bir kız duruyor (Flamanlarmış). Biz de ulu orta (allahtan onlarla ilgili diil) bağrışırken çocuk döndü ve Türkçe olarak “ben Türkçe konuşuyorum” dedi. Tabii mosmoruz. Meğerse arkeologmuş ve T.C. de çalışıyormuş yazları. Bu sene kısa bir iş için oraya gelmiş. Böylece Türk kültürünün nerelere kadar erişmiş olduğunu da gördük. Neyse adamlarla ertesi sabah saat on birde altı bin seksen metrelik Huayna Potosi (Genç Enerji) zirvesine hareket etmek için anlaştık. Tabii onlar ertesi sabah 11:30 da geldiler ve biz de saat 12:30 da hazır olduk. Dağ kaçmıyor ya. Ciple dört bin yedi yüz metreye çıktık ve yerli Yolanda Ananın kulübesinde geceledik. Yolanda Ana her gelenle ilgilenen anaç ve çok tatlı bir kadın. Herkese yükseklik hastalığına karşı bol su ve bol koka öneriyor. Tabii biz de büyüklerin tavsiyelerine saygı duyuyoruz. Etrafı gezdik. Bu arada Brezilyalı genç bir çocuk var, perişan ve bitkin. Devamlı uyuyor. Ertesi sabah iki buçuk saatlik bir yürüyüşle beş bin yüz otuz metredeki üst kampa çıktık. Her milletten insan var. Genellikle de Avrupalı. Brezilyalı ancak akşama doğru gelebildi. Ve uykuya yattı. Hep beraber Saat 19:00 da yattık. Yanıma güzel bir Alman kız düştü ama uyku tulumları içinde pek vaziyet hasıl olamadı. Saat 01:30 da uyandırıldık ve Avrupalılar hemen hazırlanıp gittiler. Biz de “zirve kaçmıyor ya “diyerek 03:00 e kadar uyuduk ve 03:40 da hareket ettik. Bu arada Brezilyalı çocuk rehberine bir Brezilya bayrağı verdi “çık zirveye ve orada bu bayrakla bir fotoğraf çektir” dedi ve uykuya devam. Tabii altı bin seksen metrede şipşakçılar bol zaten. Zirve hatırası çekiyorlar. Neyse yola koyulduk. Zirve orada biz burada, aceleye ne lüzum var. Bu biraz da bendenizin yavaş yürümesinin bahanesi ya, neyse. Buzul hemen orada başladığı için krampon vs. taktık ve yoldaşlarım kement takarak beni kendilerine bağladılar. Bir ayağı çukurda, az bir zamanı kalmış bu adamı şimdiden kaybetmek istemiyorlar besbelli. Halbuki benim kayak kaydığımı bilmiyorlar (buzulda yürümeye ne faydası varsa). Bu arada nefis bir mehtapta yürüyoruz. Alın fenerlerini de kapadık. Aşağıda La Paz’ın ışıkları gözüküyor. Manzara nefis. Derken And Dağları üstüne güneş doğuyor. Bu keyif kaçırılmaz. Hemen battaniyelerimizi serip mangalı yakıyoruz ve rakıları çıkartıyoruz. Yolanda Ana’ nın hazırladığı kuru köfteleri ve börekleri yiyoruz. Montlarımızı çıkarıp atlet ve donla “veleybol” oynuyoruz. Neysem yola devam ederkene yüz metrelik bir kar-buz karışımı tahminen seksen derecelik bir duvara çarpıyoruz. Tabii bizimkiler kedi gibi inip çıkıyorlar burayı. Bendenizi ise emniyete alıp tırmandırıyorlar. Rehber yanlış yerde emniyet alıyor. Ortalık karışıyor ve ipler birbirine giriyor. Ben ortada kalıyorum. Allahtan işyerine yetişmiyoruz. Allahtan Don Arturo var yanımızda. Beni AKUT gelinceye kadar beklemekten kurtarıyor. Bu arada beni gaza getirmek için “yukarda ……..var, hem de üstsüz diyorlar”. Neyse daha yukarda emniyet alınıyor ve bendeniz bu duvarın üstüne varıyorum. Ve hemen rehberden bana bir taksi çağırmasını rica ediyorum. On iki gündür dört bin metrelerde dolaşıp “biz artık ölümüne aklimatize olduk” derken, nabız oluyor üç yüz yetmiş dokuz. Ve bendeniz takribi beş bin altı yüz metrede bulunan bu duvardan Ertuğrul tarafından tekrar aşağıya sarkıtılıyorum. Baştan beri “düz yolda rahat rahat trek etmek varken buralarda ne halt ediyoruz” deyip beni takiben aşağıya inen Cahit’le duvar dibinde buluşuyoruz. Ertuğrul yola devam rehberle. Ben iyi ki de devam etmiyorum. Zirveye yaklaşımın son üç yüz metresi bıçak sırtı gibiymiş. Ancak tek kişinim geçebileceği, sağı solu yüzlerce metrelik uçurum olan bu yerde beni tekrar emniyete almaya kalkacaklardı ve biz geceye kalıp çok zorlanacaktık. Biz Cahit ile aşağıya devam. Bu arada zirve yapabilmiş üç dört kişi gelip bizi solluyorlar. Nefis bir Türk misafirperverliğiyle bele kadar kara gömülüp geçiş üstünlüğünü onlara veriyoruz. Yolanda Ana kaçmıyor ya. Yavaş yavaş sohbet ede ede aşağıya doğru yola koyuluyoruz. İniyoruz ki Avrupa’nın kaçtığını zanneden Avrupalılar toparlanmış gidiyorlar bile. Biz keyifle yemeğimizi yiyoruz ve biraz uyuyoruz. Bu arada yeni müşteriler aşağıdan gelmeye başlıyorlar. Çalışanlar bizi bekliyorlar ki etrafı toplayıp yenilere yer açsınlar. Zaten Ertuğrul da yok. Aceleye ne lüzum var derken Don Arturo teşrif ediyor. Acelesi varmış gibi bütün o yerlerden koşarak geçip bir saatte zirveden inmiş. Rehber de kan ter içinde arkasından nal toplamakla meşgul. Ben biraz uzanayım diyor Ertuğrul. Ohhhh gel keyfim gel. Neyse acele yok. Rehber aşağıda cip hazır deyip duruyor. Daha iyi ya diyoruz. Neyse saat 15:00 gibi yola çıkıp 16:30 da Yolanda Ana’ da oluyoruz. Biraz Coca, biraz çay vs. O arada cip bekliyor, ayrıca içinde bir Amerikalı çocuk da bizi bekliyor. Neyse, keyfimiz yerine geliyor ve La Paz’ a geri dönüyoruz. Bu gece ve ertesi gün on dokuz gündür ilk dinlenme günü. Zengin kesimde dört yıldızlı, iki yatak odalı, mutfaklı, salonlu bir süitte üçümüz kahvaltı dahil $ 170.00 a kalıyoruz. Ertesi gün genç takım tekrar yukarıya “yerlilerine” çıkıyor. Ben de bütün gün çantalardan ve her türlünün giysinin cebinden Coca yaprağı temizliyorum. Bakarsın T.C. deki köpek Peru’da bunun serbest olduğunu anlamaz ve gazetelerde “sosyeteden 285758580 No. Coca ile yakalandı” diye yalan haberler çıkar.. Böylece Coca ile olan seviyeli beraberliğimiz de son buluyor. Çantaları düzenliyorum ve kapatıyorum, zira yolculuğun beş günlük devamını sadece birer sırt çantası ile gerçekleştireceğiz. Böyle kararlar aynı saatte yiyen, aynı saatte yatan, aynı saatte kalkan, içki ve sigara içmeyen, kumar oynamayan ve kadınlarla ilgilenmeyen (yanlış anlamayın ama, üçte birim kadar ebadındaki kadınlara zarar vermeme nezaketimden) aynı kafadaki üç kişiyle çok kolay oluyor. Ertesi sabah havaalanına doğru yola çıkıyoruz ve Ertuğrul’un her şehirde yaptığı olayla karşılaşıyoruz. Fotoğraf makinesinin bilmemnesi bitmiş yine. Hadi bakalım çarsıya. Bu sayede La Paz’ ın enteresan büyüklükteki bir çarşısını görüyoruz ve havaalanına vasıl oluyoruz. Havaalanı 4000 metrede olduğu için uçaklar özel bir teknikle kalkıp iniyorlarmış.
Güney Amerikalıların ülkelerarası ve kıtalararası uçuşlarda da adam başı yirmi kg. ya izin vermeleri dolayısı ile bayağı zorlu dakikalar yaşıyoruz. İşimiz bitiyor check-in de. Yerimize genç bir çift geliyor. Ben de Ertuğrul’a “yeni kurbanlar geldi” diyorum. Adam bize dönüp “on beş gün sonra Türkçe duymak ne güzel” diyor mu!! Aklınızda bir kaçamak yapmak varsa artık Güney Amerika da tehlikeli. Kuzey Kore’ye gidin. Bu ülkelerde çıkarken bir de havaalanı vergisi ödeme durumu var. Hadi gittik vergiyi ödedik. E-biletin arkasına pul yapıştırdılar. Sonra kuyruğa girdik ve adamın biri bu pulu zımba ile deldi. Sonraki adam pul delinmiş mi diye baktı. Sonraki kız biniş kartını kontrol etti. Sonraki adam her ikisini de kontrol etti. Sonra reklamdaki gibi bıyıklı ve üniformalı bir adamın önüne geldik. Arkadaş darbeci general gibi. Bir pasaporttaki fotoğrafımıza baktı bir de bize baktı. Kafasıyla tamam işareti yaptı. Bu sefer de başka bir adamın önüne gittik; o da pasaportlara damga vurdu. Son olarak bir kıza yanaştık o da damga vurulmuş mu diye baktı. Ve ancak ondan sonra güvenliğe gelebildik ve Ertuğrul polis copu büyüklüğünfeki dağ bıçağını X-Rayden sorunsuzca geçirdi. Neysem Lima’ya uçtuk bir saat otuz beş dakikada. Orada bir araba kiraladık. Doğru tahmin ettiniz arabayı kiralamak bir saat filan sürdü, zaten başka müşteri de yok, telaşa ne lüzum var. Orada grubu T.C.’ ye yollamış ve arkalarından da güle güle suyu dökmüş olan Cem de bize iltihak etti. Nasca’ ya doğru hedeflenmişken Ertuğrul’un karnı acıkıverdi ve deniz kenarında otuz dört çeşitlik (bunu bilhassa belirtiyorlar) açık büfesi olan bir lokantaya gittik. Sonra da Cem’in kuvvetli tahminleri ile şehirden kırk beş dakikada çıkabildik. Nasca kaçmıyor ya. Neyse beş saatte yakaladık hedefi. Yolda depremden yıkılmış yerlerden geçtik. Allah affetsin ama, yıkılmış ile yıkılmamış arasında bir fark yok gibiydi. Sadece ne kadar kilise varsa hepsi yıkılmıştı. Papa paraları başka işlere harcıyor herhalde.
Ve Nasca. Şöhreti çölde yere çizilmiş kilometrelerce uzunluktaki çizgilerin betimlediği on bir adet değişik figür. Bunlar ufak taşlar döşenerek yapılmış. Ne ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı biliniyor ne de bunlarca yıl nasıl bozulmadan kalabildikleri. Hatta hayatını buraya adamış bir Alman Bilim Kadını yıllarca uğraşmış ve bir şey çözemeden sizlere ömür. Toprağı bol olsun. Esasında üç tane Karadenizliyi yollasak durumu çözerler ya. Erich von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabını hatırlayın. Veya hatırlamayın.
Ertesi sabah dört kişilik bir pırpır la Nasca çizgilerini görmeye gittik. Pilot nevrotik. Devamlı bir şekilde yan aynaları düzeltiyor. Böylece uçaklarda da dikiz aynaları olduğunu öğrenmiş olduk Ne işe yarıyorsa. Elbet bir bildikleri vardır. Dünyayı gezmenin faydaları. Pilot durmadan başını kaşıyıp, levyeyi elliyor. Üstüne levyeyi bırakıp bize yerdeki el figürlerini vs. işaret etmeye kalkıyor. Neyse çizgileri filan gördük ve salimen indik. Ve sonunda karar verdik ki bu çizgileri Türkler yapmış; hepsi eğri çünkü. Hayatımda ilk defa bir pilota bahşiş verdim. Ama alışkanlık oldu. O zamandan beri uçaktan her inişimde hosteslere bir şeyler bırakıyorum. Bir miktar da pilotlara yolluyorum. Otele döndük ve Ertuğrul vazifeye koyuldu. İki saat kadar maymunun tırnak yemesinin fotoğraflarını filan çekti. Çocukcağız Ertuğrul’a poz vermekten ertesi günü manikürcüye gitmiştir herhalde. Lima kaçmıyor ya. Öğle yemeği ve sonrasında yol. Beş buçuk saatte otelimize geldik ve hemen kendimizi Lima’nın İstiklal Caddesi gibi bir yerinde yemeğe attık. Tam sokağa girerken birtakım adamlar peyda olup ceplerinden birtakım fotoğraflar çıkarttılar. İspanyolca anlamadığımız için fotoğrafların Rus mu yoksa Yerli mi olduğunu anlayamadık. Türk olduğumuzdan mıdır, nedir; bizde herhalde bir yamukluk var. Her nedense bu iş Şubat’ta Buenos Aires’de de başımıza gelmişti. Tesadüf olsa gerek. Ertesi gün uçak 18:25 de olduğu için sabah serbest. Ben markete gidip hanımı geceleri evde uyutup tüyebileyim diye bilumum Coca çayı, Coca şekeri, Coca kurabiyesi aldım.
Uçağa bindik, Amsterdam’a inince KLM’ in pilotu “güle güle” demeye kokpitten çıkmış, herkesi selametliyordu. Ben de “sağ olasın pilot kardeş, bizi salimen getirdin, deminki alkışlar yetmez sana valla, hele sen şu yüz milyonu bi alıver” dedim. Yanımda maalesef döviz kalmamıştı. Adam milyonları görünce “uçağı da ister misin abi?” dedi. Amsterdam yedi saat bekledik ve tüm paramızı excess bagaja yatırdığımız için sadece alış veriş yapanları seyrettik. Ben bu arada Alman Konsolosluğundan yeni aldığım Schengen vizesi sağlam mı diye kontrol etmek için Hollanda’ya B kapısından girip biraz ilerdeki C kapısından çıktım. Kimse de “sen ne yapıyon kardaş?” demedi valla.
Ve yirmi dördüncü gün sabah saat 01:30 da İstanbul’a inince toprağı öptük. Gümrükçü “hoooppp bakalım” dedi. Durum şöyle. Don Arturo’nun içinde bilumum kazmalar, çengeller, ipler, kasklarla dolu olan ve hatta değişik zevkleri olanların giydiği deri emniyet kemerleri de bulunan meşhur kırmızı plastik torbasından bir adet. İki büyük sırt çantası; iki Duffle Bag v de plastiğe sarılmış acayip yuvarlak birşey. Tabi iki de küçük sırt çantası. “Bu ne” dedi gümrükçü o yuvarlak şeye. Ertuğrul “kilim” dedi. Adam “yemezler” der gibi baktı. “Nereden böyle peki hemşehrilerim” dedi. “Peru ve Bolivya’dan” dedik. “Ne yaptınız”, “dağa çıktık”. “Cocalar nerde?” “Valla diyetini bulamadık onun için almadık” dedim. Adam beni az daha tutukluyordu. Bütün bunlardan sonra çıktık, sabaha az var. “Hadi” dedim “o kadar güneş doğuşu gördük gezide, bir de Çamlıca’ dan seyredelim güneşin doğuşunu”. Çamlıca’ya çektik. Derken bir polis arabası yanaştı yanımıza, içeri fener tuttu, “n’oluyor” dedi. “Valla zannettiğiniz gibi diil abim” dedim. Neyse çekip gittiler. Ve eve geldik. Evde üç kişi olmasına rağmen kimse kapıyı açmadı, biz de çilingiri uyandırdık. Bundan sonrası iyice “pehlivan tefrikası “olmak üzere.
Arz ettim efendim.