Aramızdaki bazı kahraman arkadaşlar dışındakilerin çıkmadığını biliyorum. Ben altı kere çıktım da…
İlkokuldan itibaren Coğrafya dersinde 5165 metre ile Ağrı Dağı’nın T.C. ‘nin en yüksek dağı olduğu öğretile gelmiştir. GPS icat edildiğinden beri yüksekliğin 5137 metre olduğu iddia edilmekle birlikte resmi coğrafyaya ters düşeceği için bu bilgi basına sızdırılmamaktadır. “Ayrıca ne var yani 28 metrelik farkta?” diyebilirsiniz. Böyle metre işleri benim anlayamadığım nedenlerden dolayı dağcılar arasında çok mühim addedilmektedir.
Arka arkaya üç hafta ve üç dağ. Hangisi önce hangisi sonra önemli değil bence, çünkü sırayı ben de karıştırıyorum. Halbuki çocukken kerrat cetvelini nasıl da kolayca ezberlemiştim.
Bir ara üstü açık bir Mercedes Kamyonun kasasına doluşup, daracık, bozuk bir yoldan uçurumların kenarından bağrış çağrış içinde yükseklerde sisli bir yaylaya çıktığımızı hatırlıyorum. Amerika’dan gelen arkadaşlarımız bu işin çok tehlikeli olduğunun farkına varıyorlar, ama geri kalan yerliler olarak bizler “nasıl olsa bir gün öleceğiz” düşüncesiyle kendimizi rahatça Allahın kollarına bırakıyoruz.
“Ne gonya?”. “Patagonya’” dediğim zaman aldığım cevap bu oluyor. Bizim bir hocamız vardı. “Böyle iş Patagonya’da bile olmaz” derdi. Ben de Patagonya’yı Atlantis gibi bugünün tabiriyle sanal bir yer sanırdım. Hani Magellan “ha baba, de baba” Güney Amerika’nın Güney Ucunu dönmeye çabalarken karada ateşler görmüş de buraya Ateş Toprakları (Tierra del Fuego) demiş ya. Hah işte oralar falan. Esasında Patagonya Güney Amerika’nın en güneyinde Şili ve Arjantin sınırları içinde kalan bir bölge. Gezmek için ha bire sınır geçiyorsunuz. Tarifi ve inanılması mümkün olmayan sınır çizgileri var. Herhalde Karadenizli bir haritacı çizmiş. Yüzölçümü Türkiye’nin bir buçuk katı kadar. Nüfus yoğunluğu T.C.nin ellide biri. Hani yani İstanbul’un nüfusunun 300 000 kişi olması gibi bir şey. İyi bir tarif olmadı galiba, ama idare ediverin artık. Adı nereden geliyor biliyor musunuz? Tabi ki bilmiyorsunuz. Buraya ilk önceleri Konyalılar gelmiş. Bunlar Konya’nın dağlarından geldikleri için pata pata diye yürürlermiş. Onun için buraya Patagonya denmiş. Zaten bol miktarda Ömer, Mustafa filan bulunuyor buralarda. Zamanında Lübnan’dan göç etmiş Müslüman Arapların ahfatları.
Altmış yaşında, aklı başında, topuk dikeni tabanında, tenisçi dirseği kolunda, kıkırdak problemleri dizinde, yırtık tendonu omuzunda, bel fıtığı sırtında, stenti kalbinde bir adamım.
Bana herkes “manyak mısın, dağlarda kendine niye eziyet ediyorsun, gel Bodrum`a, keyfine bak” diyor. Ben ise hiç de manyak olmadığımı düşünmekteydim. Ama bu sefer evden çıkarken İpek bana nazikçe “sen biraz sıra dışısın” dedi. İpeğin söylemi ile bu “sen manyaksın” demektir. Demek ki hakkımda söylenenler doğru. Onun için de yukarıdaki aklı başında tanımını mülga eyledim. Kolumdaki ve bacağımdaki köpek dişi izlerini anlatmadan önce aşağıda yazacağım tahrir konusuna gireyim. Bize okulda öğretmişlerdi. Tahrir şöyle olurmuş: Giriş, gelişme ve sonuç. Tersi olsa ne fark eder ki? Aşağıdan yukarıya doğru yazarsın, olur biter. Zaten Lisede Kompozisyon derslerinde ancak ucundan not alırdım. Bir tek Pamuk beni geçemezdi. Çocukcağızın yazdıklarına not vermeyen Edebiyat Hocalarımız şimdilerde “Ben onun Nobel alacağını zaten biliyordum” diye öğünüyorlardır Allah bilir. Benim için de “Bunun zaten bir b.. olacağı yoktu, olmadı da” diyorlardır. Bu konuda haksız da çıkmamışlardır.
“Bu bayram kısa geliyor, mevsim de kötü, bayramda evde kalalım; şehir de boş olur, biraz gezeriz” dedi İpek. “Tamam” dedim. Sanki olmaz demeye hakkım varmış gibi. Bu arada oturduğumuz sitede kesilecek bir deveye dokuzuncu olarak yazıldık.
Bayramın birinci günü sabahın sekizinde İpeğin saati çaldı. “N’oluyor” diye fırladım yerimden. “Hadi hazırlan, gidiyoruz” dedi. “Dur bir bayram namazı kılayım” filan dedimse de dinletemedim. Aklıma geldi birden “Nereye gidiyoruz yahu?” dedim. “Önce kurban kesmeye aşağı ineceğiz; sonra da mezarlık ve bayram ziyaretlerine gideceğiz gayet tabii ki” dedi.
Şimdi bu da ne diyeceksiniz. Gürcistan sınırımızda bir yerleşke. Gürcüce adı Macahel, ama biz onu Camili yapmışız. Burada tahtadan yapılmış ve minareleri de ahşap olan çok enteresan camiler bulunmakta. Bozulmasınlar diye minarelerin etrafına oluklu teneke çevirmişler. İçlerinde çok hoş motiflerle dolu tahta kaplamalar var. Kaplamaların her biri elle ayrı ayrı oyularak renklendirilmiş ve çivi kullanılmadan birbirine geçme yapılmış. Burayı nereden buldun derseniz, ben bulmadım TEMA Vakfı bulmuş. Burası dünyadaki yirmi tane “biosfer” rezervinden biri olarak kabul edilmiş.
Biz bu bölgeye Hopa – Artvin Karayolu üzerinde Çoruh vadisinde bulunan Borçka’dan geçerek geldik. Ama direk gelmedik. Dağlardan ve yaylalardan yürüyerek geldik. Borçka’ya yirmi beş kilometre uzaklıktaki Karagöl’e gittik önce. Yemyeşil ormanlarla kaplı dağlar arasında nefis manzaralı bir göl. O kadar hoş ki şakır şakır yağmura rağmen pançolarımızı giyerek sandal sefası yaptık bu şirin ve küçük gölde.
Seferimiz grubumuzla beraber Yeşilköy’de Katar Havayollarına binmekle başladı. Adı her nedense Katar olan bu uçak bizi pekâlâ da hızlı götürdü. Neyse, herkes bindi ve oturdu. Derken yedinci sırada oturan hanım arkaya döndü ve yirmi ikinci sırada oturan hanıma seslendi “Mevhibecim. Ayol görmeyeli nasılsın yahu?” “Valla iyiyiz işte Şükriyecim. Gelin çocuk düşürdü, Mustafa da onun heyecanından düşüp ayağını kırdı. Hüsamettin zaten biliyorsun Alzheimer. Her şey iyi yani. Ben de bu fırsattan istifade arkadaşlarla bir Bali yapıp dinleneyim dedim. Senden ne haberler şekerim?” “Allaha şükür iyiyim. Sabahattin öldükten sonra çok rahatladım. Ali de evlenip Amerika’ya yerleşti. Ben de fırsattan istifade dünyayı geziyorum işte. Arkadaşlarla Faroe Adalarına gidiyoruz.”
Moldova’ da iken Resul Hocam dedi ki “Dönünce bodrumda çalışacağız.” Atölyeyi tamire alacak sandım. Ama bodrumda ufacık bir yer. Üstelik Numan Amca orada hepimize tuval geriyor. “Haydi hayırlısı bakalım” dedim içimden. Döndük. Aradan iki gün geçti biz hala yukarılardayız. Derken Hocam “uçak biletini aldın mı?” diye sordu. Bodruma uçak biletiyle inildiğini de ilk defa duydum, ama bozuntuya vermedim ve arkadaşlara sordum “Ne diyor acaba Hoca?” Dediler ki “Bodrum’da Aspat denen bir yer var. Orada resim çalışmaya gidiyoruz.”
KONU
Otuz yedi gün sadece makarna, pilav ve de ekmek yiyerek yaşamını sürdürmek durumunda olan birinin koruma altındaki semiz dağ kekliklerine bakarak aklını kaçırmasıyla ilgilidir.
KİM KİMDİR:
Tunç Fındık: TC’nin gelmiş geçmiş en iyi dört beş dağcısından biri. 36 yaşında. İki Everest’i, muhtelif 8000m. ve fazlası var. Son derece mütevazi ve alçak gönüllü. Beni de yanına alıp götürmesi bunun ispatı. Ve de benim için büyük bir keyif ve onur.
Mustafa: Yani Tafa. Çok önemli bir dağcı. Tunç’la beraber TC’nin en iyi dağcıları kategorisinde. Everest’i ve muhtelif 8000m. üstü var. 6000 metrede kan değerleri normal insanların deniz seviyesindeki değerleri kadar çıktığından Amerikalılarca önce KGB ajanı sanılıp, sonra da acaba uzaydan mı gelmiş diye DNA örnekleri alınan dünyalar tatlısı ve mütevazisi bir dağcı.
Bizden hala bıkmamış olan sevgili Mete Bora, Summart’ın etkinliklerinde bugüne kadar yer almış herkesi 30 Ağustos hafta sonu Durusu Park’a davet etti. İstanbul’a bir saat uzaklıktaki Durusu Park büyük bahçeler içinde güzel evlerin bulunduğu çok büyük bir alan. Terkos Gölünün yanındaki bu nefis yer, ormanları, göletleri, meyvelikleri ve Terkos Gölündeki nefis kıyısı ile şahane bir yaşam yeri. Kırk kişi gittik. Tabii bir Mete Bora organizasyonu olarak bir kuş sütümüz eksikti. Otobüsle Akdemililer Sanat Galerisinden alınıp ertesi gün aynı yere bırakıldık.
Ertuğrul’la bana iyi bir tiyö geldi. Güney Amerika’da nefis döner yapan bir Türk varmış. Taksim’de üstünde kirden ve yağdan kahverengi-gri karışımı bir önlük, elinde kılıç kalkan ekibine nazire yapan korkunç bir bıçak “büyrün”,”büyrün” diye bağıran, modern ve havalı tipler gibi üç-dört günlük sakalı olan ve bıyığı taa Harbiye’den görülebilen, döneri midenizden ancak ertesi hafta çıkabilen dönercilerden çok daha iyi bir dönerci olduğunu düşünüp yola koyulmaya karar verdik.
Bir insan niye seyahat eder? Gezmek maksadıyla, İş için, Bilimsel Toplantı için vs. Ama kayısı peşine de gidilmez ki.
Köşemde münferit, mütekait, mülayım bir şekilde resim yapıp hayatın tadını çıkarırken Devletlu ve Necabetlu Sayın Hocam Resul Aytemur geldi ve “senin iki resmini TÜYAP’daki standıma koyacağım” diyerek beni durup dururken gaza getirdi. “O iki resmi benim atölyemde yapacaksın ve ayrıca desen-i umumi de çalışacaksın” diye ilave etti. Mütereddit olmama rağmen şöhret olmak dürtüsü girdi ya vücuduma “emrin olur abi” dedim.
Ben içki içmeyen, yemekle pek arası olmayan, tavla, kâğıt vs. oynamayan, gece hayatını hiç sevmeyen, kadınlarla ilişkisi İpek tarafından yasaklanmış olan ve dolayısıyla da zevk sahibi olmayan biri olarak bilinirim. Bunların üstüne bir de dağlarda sefaleti yaşadığım için bir arkadaşım tarafından “MAO” olarak adlandırılan 28579958508 No.lu T.C. vatandaşı Ahmet Efendiyim.
17 Ağustos sabahı saat 02:30 da uyanıp Amsterdam üzerinden on dokuz saatlik bir uçuştan sonra Lima, Peru’ ya vasıl olduk. Nasıl olsa Lima kaçmıyordu bir yere. Havaalanından çıkar çıkmaz insanların bir anda kaçıştıklarını gördüm. Sonradan anladım ki en uzunu 1.50 m. ve en irisi benim üçte birim kadar olan bu insanlar beni görünce ejderha görmüş gibi olmuşlar. Zaten bu ejderhalık bütün gezi boyunca başıma dert oldu. Küçücük ve markasının ne olduğu anlaşılmayan taksilere binince şoförler öteki kapıdan dışarı fırlıyorlardı. En kötüsü de dükkân tenteleriydi. Bunları kendi boylarına göre yaptıkları için ha bire gözüme giriyorlardı. Zaten adamları bavula koysan uçakta fazla bagaj ücreti almazlar.
Yüksek ateşli bir grip geçirmekte olan sevgili liderimiz Ertuğrul ile İstanbul – Madrid – Santiago de Chile üzerinden yirmi dört saatlik bir uçak yolculuğu sonunda Arjantin’deki Mendoza şehrine intikal ettik. Derdimiz tırmanma olmadan yürüyerek çıkılabilen ve bu konuda dünyadaki en yüksek dağ olan 7000 metrelik Acancagua’ya yürüyerek çıkmak. Mendoza Ant Dağlarının doğusunda Arjantin tarafında, kurak bir tabiatın ortasında, yemyeşil parkları, geniş caddeleri, güler yüzlü ve medeni insanları ile bir milyonluk bir şehir. Ten rengimiz ve alışkanlıklarımızdan dolayı bu ortama hemen uyum sağladık. Ancak bu tatlı insanların birinin bile İngilizce bilmemesi nedeniyle “Buenos Tardes” dedikten sonra foyamız hemen ortaya çıkıyordu.