tex

Macahel

Macahel

Şimdi bu da ne diyeceksiniz. Gürcistan sınırımızda bir yerleşke. Gürcüce adı Macahel, ama biz onu Camili yapmışız. Burada tahtadan yapılmış ve minareleri de ahşap olan çok enteresan camiler bulunmakta. Bozulmasınlar diye minarelerin etrafına oluklu teneke çevirmişler. İçlerinde çok hoş motiflerle dolu tahta kaplamalar var. Kaplamaların her biri elle ayrı ayrı oyularak renklendirilmiş ve çivi kullanılmadan birbirine geçme yapılmış. Burayı nereden buldun derseniz, ben bulmadım TEMA Vakfı bulmuş. Burası dünyadaki yirmi tane “biosfer” rezervinden biri olarak kabul edilmiş.

Biz bu bölgeye Hopa – Artvin Karayolu üzerinde Çoruh vadisinde bulunan Borçka’dan geçerek geldik. Ama direk gelmedik. Dağlardan ve yaylalardan yürüyerek geldik. Borçka’ya yirmi beş kilometre uzaklıktaki Karagöl’e gittik önce. Yemyeşil ormanlarla kaplı dağlar arasında nefis manzaralı bir göl. O kadar hoş ki şakır şakır yağmura rağmen pançolarımızı giyerek sandal sefası yaptık bu şirin ve küçük gölde.

Buralara gelmek için önce Trabzon’a uçtum. Bu sefer akıllı davrandım ve sabahın saat yedisindeki THY yerine bir gün önceki THY ile gittim ha o diyarlara. Otel olarak Tirabizon’daki beş yıldızlı Zorli otelunda caldum. Odaları hakikaten beş yıldızlı, amma gel gör ki lobi ve resepsiyon alanları bu oteli ‘Karadenuzlular yapmuştur’ dedirtiyor insana. Rehberimiz dünyalar iyisi Selahattin sabah gelip beni aldı ve havalimanuna cidip ilk gelen partiyi karşıladık. Geri kalanlar bir buçuk saat sonra geleceğinden şoförümüz Tahir Abi’ye. “Şurada deniz kenarındaki çardaklı güzel kahvede bir çay içelim” dedum. Adam benden on iki yaş küçük, ama herkes ona Abi dediği için hatırı kalmasın diye ben de kendisine öyle demeye başladım. “Ha ne educeksun denuz cenarini, biz cidelum oto gara, orasi daha neşeludur, hem oradan da birinu alacağuz” dedi. Kaptan o, ne diyeceksunki Tahir Abi’ye. Tabii biz otogara girince hemen etrafımız sarıldı ve “Ordi, Ordi calkiyor; buyurun Abi, İstanbul’a alalum sizi” gibi bir şeyler söylemeye çalışan adamların ortasında bulduk kendimuzu. Neyse yakayı paçayı kurtararak benim popomun sığamadığı ve yerden otuz santimetre yükseklikteki taburelere oturarak shıay (çay) içmeye başladık. “İyi ettuk da buraya celduk, degul mu” dedi Tahir Abi. “Tabui ki oyle Tahir Abi, ha buranun patirdusu ve karkaşaluğu denuz cenarundan iyudur” dedim. Ne edecen ki? Adamı kızdırırız filan, bakarsın beni hamsili börek yapıverir. Neyse ekip tamamlanınca yola düzüldük. Yolda Tahir Abi “Aha burasi Ardeşendur daa, buradan itubaren Lazlar bulinir”. Şimdi grupta durum vaziyeti şöyle. Ankara’dan gelen ve daha önce de birkaç kere beraber turladığımız sevimli kardeşler Mine ve Aylar; yine Ankara’dan çok sevimli Saniye, Berrin ve Elçin; İstanbul’dan tatlı Sinem, bir de beş kişilik Toramanlar grubu. Bu grup yüzünden başta maalesef epey aç kaldık. Sonra uyandık ve yemekleri onlara haber vermeden yemeye başladık; zira çekirge sürüsü gibi önlerine ne konursa silip süpürüp, doyamayınca da bol enerji ve B-Vitamini almak için “Efes’e” talim ediyorlardı.

Ertesi gün Karagöl’den hareketle Tahir Abi vasıtası ile iki bin dört yüz metredeki Atanoğlu Yaylasına vasıl olduk. Oradan yağmur, çamur, soğuk ve sis altında beş saat tapan teperek ver elini BEYAZSU Yaylası. Yolda sisler arasında çobanların birbirlerine bağırarak haberleştiklerini duyduk ve biz de bağırdık. Bir dakika sonra sislerin içinden bir çoban peyda oldu ve ellili yaşlardaki bu adam ayağındaki basit çarıklarla taşların üstünden atlaya sıçraya bizimle yürümeye başladı. Yaylasına varınca da tutturdu ‘ille gelin bir çayımızı için’ diye. Sırılsıklam olmuş bizler ise teşekkür edip ayrılmak istedik. Adam da nasıl ısrar. Birimiz sonunda çareyi bulmuş olduğunu zannederek ‘çok kalabalığız ama’ dedi. Adam “zarar yok sizleri evlere böleriz” demez mi. Şu andan itibaren artık Macahel Bölgesi ve Gürcüler arasında bulunuyoruz. Burada yerel bir köylünün Yayla Evinde kalıyoruz. Bakmayın bunlara köylü dediğime; her evde sosyetik bir Cip var. Bazı evlerde de çocukların kullandıkları ATR ler. Hani şöyle dört tekerlekli, üstüne oturulan ve bisikletle motosiklet karışımı olan bir vasıta. Zaten plakalara bakınca da 34, 06 vs. görüyorsunuz. Şehirlerde oturan bu insanlar yaylaya gelince Dr. Jeykll-Mr. Hyde olayını yaşıyorlar. Buranın güzel ve içten insanları Gürcüler. Türkçe’yi çok güzel konuşuyorlar ve Müslümanlar. Batum’u bırakıp Kars ve Ardahan’ı aldığımız sırada çizilen sınır gereği yapılan halk oylamasında bazı köyler T.C.’yi bazıları da SSCB’ yi seçmişler. Ve iki taraftakiler de ayvayı yemişler. İki ülkede değişik köylerde oturanlar birbirlerini serbestçe ziyaret ederken 1937 de SSCB bir gün sınırı kapatmış. Sınırın öte tarafında misafirliğe gitmiş olan insanlar da gittikleri tarafta kalmışlar. Daha sonra evinde kaldığımız Macahel’in eski Muhtarının öyküsü şöyle: Babası gençken Gürcistan tarafında kalmış; evlenmiş ve çocukları vs. olmuş. Sonra bir gün sınırı geçip T.C.’ye gelip Balıkesir taraflarında bir yere yerleşmiş ve orada uzun yıllar çalışmış. Eh ne de olsa genç adam; boş durmamış, entel feministlerin bütün uyarılarına ve itirazlarına rağmen tekrar evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış. Sonra emekli olunca da Macahel’e gelip yerleşmiş. Olağan olasılıkla köy yerinde sıkılmış emekli adamcağız; bir daha evlenmiş ve muhtar ile kardeşleri olmuş. Adam her yere kök salmış sizin anlayacağınız. Şimdi bu üç değişik yöredeki kardeşler birbirlerine çok bağlı olarak ve birbirlerini ziyaret ederek gül gibi geçinip gidiyorlar. Ben de bu durumun çok enteresan olduğunu düşünerek dönünce İpeğe anlattım. Ama bu fikrim İpek tarafından galiba pek kabul görülmedi.

Biz dönelim Güzelsu Yaylasına. Hanımlar evdeki odalara bölünmüş olarak kalıyorlar. Ben ve Selahattin’e de Toramanlar kaldı. Evin salonu ve salamanjesi olan bölümü aynı zamanda bizim yatak odamız. Soyunup dökünene kadar hanımları içeriye almıyoruz. Geceleri saat 10:30 da Selahattin hanımları kışkışlayıp, Toramanların pişti partisine son verdirip, sobaya son odunları atarak bizi kerevetler üzerinde uyutuyor. Hava sabaha karşı ciddi soğuyor. Kalın giyinmek lazım. Ertesi gün üç saatlik bir yürüyüşle Karçal dağları zirvesinin eteğindeki Yıldız Gölüne vasıl oluyoruz. Bugün hava çok güzel. Birkaç kahramanımız göle giriyor ve en fazla yirmi saniye sonra bağırarak çıkıyor. Ben de göle girmemeyi tercih eden tecrübeli biri olarak bu duruma çok gülüyorum. Ve bunun üzerine beni de göle atmaya kalkıyorlar. Allahtan ihtiyar dümenine yatıp paçayı kurtarıyorum. Yaylaya geri dönüyoruz ve Tahir Abinin yardımcısına fotoğraf makinesini verip, bir tasvirimizi aldırmak istiyoruz. “Kalabalığız, ‘zoom’ ayarını yap” diyoruz. “Möhum deul, ben ceru ceru ciderum” diyor. Anlıyoruz ki, Doğu Karadenizliler beyin algılaması konusunda Gürcüleri bayağı etkilemişler. O akşam akordiyoncu bir arkadaş geliyor; yayladan inmemiş az sayıdaki kadınlar ile erkekler de geliyor ve kaç-göç olmadan Gürcü melodileri ile oynuyoruz. Veeeee bu gece olanlar oluyor. Hanımların odasında bir fare görüldüğü istihbaratı duyulan çığlıklarla bizlere iletiliyor. Mesul müdür ve güvenlikten sorumlu olan Selahattin duruma el koyuyor. Hemen gidiyor ve fare girmesin diye bir halıyı büküp kapının altına koyuyor. Bu durumda fare içeri giremiyor, ama Selahattin de dışarıya çıkamıyor. Fare geldi gelmedi derken hanımlar sabaha kadar uyuyamıyorlar. Hanımlar sabahleyin bizim yatak odası – salamanjeye geldiklerinde “Gece neler oldu, biliyor musunuz?” diyorlar. Biz durumu vaziyet icabı bilmediğimizden “Allah Allah, gece bişi mi oldu?” gibi cevaplar veriyoruz. Ve tabii öğleye doğru bir fare geyiğidir başlıyor. Bu sabah hava nefis ve aşağıya Macahel’e doğru hareket ediyoruz. İnanılmaz güzellikteki yemyeşil vadiler, dereler, ormanlar ve çağlayanlar arasından geçiyoruz. Meşhur Gorgit yaylasından geçiyoruz. Nesi meşhur bilmiyorum; ama orada kışı geçirmeye hazırlanan bir arkadaşla tanışıyoruz. Adam durmadan konuşuyor. Herhalde önündeki sert kışın mecburi suskunluğu için şimdiden depo yapıyor. Öğleyin yemek molası veriyoruz. Bu sırada etrafı koyu bir sis tabakası kaplıyor ve şakır şakır yağmur başlıyor. Aşağıya doğru yürümeye devam. Bir düzlükteyken, adamın biri çıkıyor ormanın içinden ve “Ahmet Merey hoş geldin” diyor. “Tamam, ayvayı yedik diyorum içimden, “beni buldular”. Ama esasında arandığım filan da yok. Ve karşımızda üç hafta önceki Kaçkarlar turundaki rehberimiz güzel insan Cevdet. Tabii bizim grup benden şüphelenmeye başlıyor. Bu adam Allahın dağında bile tanınıyorsa pek tekin biri değil diyorlar. Macahel’e varıyoruz ve muhtarın evine konuk oluyoruz. Üç gece buradayız. Güzel yemekler ile besleniyoruz. Her yemeğin tarifini ayrı ayrı alıyoruz, ama siz yine de gruptaki hanımlara sorun o tarifleri. Benim tek hatırladığım, içine soğan filan konuyordu. Bu arada Muhtarın yeğeninin karısı yardım için Gürcistan’dan gelmişti. Adı Maria. Kendisi Gürcistan’da oturan Müslüman bir Gürcü ve Türkçe bilmiyor. Aralarında Gürcüce konuşuyorlar. Bize anlatılanlar buranın yıllarca T.C. devleti tarafından dışlandığı, yerli halk dışında insanların girmesine izin verilmediği bir bölge. Yolunun yapılmasına ancak yeni başlandığını görüyoruz. Kışın aylarca kardan kapanan yol yüzünden hastaları kızakla çekerek Gürcistan üzerinden Borçka’ya getirdiklerini anlatıyorlar. Bu yüzden de buralardan dışarıya çok fazla göç olduğunu ve bunların gittikleri büyük şehirlerde asimile olduklarını anlatıyorlar bize. Buradaki tek sorunumuz Muhtarın Horozu. Sabah ezanı için İmamı uyandırıyor kerata. Bizim Toramanlar zaten yarı aç gezdikleri için horoza bir iyilik düşünüyorlar, ama üç ayıyı nasıl öldürdüğünü anlatan Muhtarın korkusundan horozu giyotinlemekten vazgeçiyorlar. Ertesi gün Maral Şelalesine gidiyoruz ve yine “Ahmet Abi hoş geldin” diyen biriyle karşılaşıyoruz. Grup iyice kıllanmaya başlıyor benden. Anlatmaya çalışıyorum ki bu arkadaş da Kaçkarlar gezisindeki şoförümüzdü. İnandılar mı bilemiyorum. Fazla yorum yapmıyorlar. Ve o gün Macahel’de TEMA’nın yaptırdığı şirin konukevini ziyaret ediyoruz ve TEMA’nın burada yaptığı çok verimli faaliyetler hakkında bilgilendiriliyoruz. Bunları tahmin ediyorum TEMA’nın web sitesinde bulabilirsiniz.

Köyün İlköğretim Okulunun yanında Gürcistan sınırı var. Nöbetçi askere “Gürcistan sınırına ayak basabilir miyiz?” diye soruyoruz. “Olur tabii ki, bence mahzuru yok, ama dönüşte kaçak olarak T.C.’ye gireceğiniz için sizleri vururum” diyor. Bütün bunları ramazan ayında yapıyoruz. Lokantalar açık. Görüyoruz ki bizim gibi oruç tutmayanlar da var. Bizlerin içki içmesine de kimse müdahalede bulunmuyor. Hatta hanımların aksini iddia etmelerine rağmen, ben türbanlı kardeşlerimizden pek göremiyorum.

Ben gece Trabzon’dan dönmek yerine öğleyin Batum’dan dönmeye karar veriyorum. Hopa’daki THY binasında check-in işlemlerimiz yapılıyor. Kimliğimizi gösterip pasaport polisinin damgaladığı bir kâğıt ile T.C.’ye veda edip otobüsle sınırdan direk geçiyoruz. Gürcüler kaçak çalışmaya gelen Türklerden korkmadıklarını için bizle ilgilenmiyorlar bile. Batum havalimanına varıyoruz.

Ver elini İstanbul.

No video selected.